Baktım: Kaymakam, yanında dört beş yaşlarında güzel bir oğlan çocuk ile oturuyor ve diğer bir yatak üzerinde diz çöken uzun saçlı, uzun siyah sakallı ve pek pejmürde kılıklı bir adam; elinde, içinde sarı bir sıvı bulunan bir kahve fincanını tutarak ve başını sağa, sola sallayarak yavaş yavaş mırıldanıyor, yani dualar okuyor ve fincandaki sıvıyı tamamıyla ağzına alarak bir iki saniye sonra yine fincana boşaltıyordu.
Dervişin önündeki pis görüntülü bir torba içinde, canlı bir hayvan bulunduğu, yer yer kabarıp alçalmasından anlaşılıyordu. Jandarma Mahmut’a sordum:
“Ne yapıyorlar orada?”
“Kaymakamın torununa yılan şerbeti içirecekler. Nereden geldiğini bilmediğim bu yabancı dervişin okuyup üflediği ve ağzına alıp yine fincana tükürdüğü şerbeti içirecekler. Artık bu çocuğu bütün ömrünce yılan, akrep sokmayacak ve kendisi arzu ederse yılan ve akreple bir oyuncak gibi oynayacak!”
Bu murdar şerbeti çocuğa içirmek sırası gelince, çocuk içmek istemedi; zorla ağzını açarak boşalttılar. Ben yukarıdan bağırdım:
“Kaymakam Efendi, yaptığınız şey pek kötü, ayıptır. Bu yalancı, dolandırıcı serseriyi de hemen defedin!”
Zavallı çocuk, bir jandarma kucağında, şiddetle kusarak kaymakamın evine götürüldü.
Kaymakamı yukarı çağırarak bu iğrenç işlemin sebebini sordum:
“Çocuk en küçük torunumdur. İçirilen şey zeytinyağıdır. Akrep, yılan şerbetidir. Bundan sonra onu ne yılan sokar, ne de akrep. Bu dervişi on beş seneden beri tanırım. İstanbul’da küçük bir evim var. Tahtakuruları karınca yuvası gibi kaynardı. Allah razı olsun; dostlardan biri bu dervişi tanırmış. Bir gün bize getirdi: “Bu belanın biiznillâh (Allah’ın izniyle) defi pek kolaydır.” diyerek bir yumurta istedi, getirdik. Okudu, üfledi ve üstüne bir şeyler yazdıktan sonra sokağa çıkarak: “Yâ Kaadiri kayyûm!” diye bağırdı, yumurtayı kapıya şiddetle çarptı. Bir müddet sonra evdeki bütün tahtakuruları irili ufaklı, sürü sürü kapıdan çıktılar, gittiler!”
“Mademki…” dedim. “Sizin derviş, tahta bitlerini yumurta ile evden sürüp çıkarıyor; bu çok kıymetli sanatına bizim memlekette devam etse pek zengin olurdu.”
“Öyle ama efendim, bu adam zengin olmak istemez. Ben bir lirayı bile kendisine zorla kabul ettirebildim. O arzu etse altın da yapar elmas da…”
Bu sözler, kaymakamın aklındaki yufkalığı büsbütün meydana çıkardığı için, zavallı Sivrihisar’ın bu kadar uzun bir müddetten beri bu derece cahil ve hatta bunak bir adam tarafından idare edilmek belasını bir an evvel sona erdirmek kararıyla sustum.
Sivrihisar’dan başka kim bilir daha hangi bahtsız kazalarda kaymakamlık etmiş olan bu eski kölenin garip, gülünç hâlleri bunlardan ibaret değildi. Fakat bu kadarını yazmak azabıyla kalacağım. Çünkü o, çoktan ölmüş, çürümüş ve onu bu makama çıkaran devir, tarihin dipsiz mezarına gömülmüştür.
İzmir’e dönünce ilk söz olarak bu kaymakamı ve marifetlerini Vali Paşa’ya anlattım. Bataklık hakkındaki sözlerine güldü. Belki de eski bir paşanın kölesini incitmeyi paşalık şanına uygun bulmadığı için onun derhâl Sivrihisar’dan kaldırtılacağı yolundaki ümidim boşa çıktı. Kaymakama şöyle bir mektup yazmakla kaldım:
“Devir suretiyle yakında oralara geleceğimden, hükûmet konağının yanı başında meydana gelmesine imkân verdiğiniz teessüf ve hayretle haber alınan bataklığın tamamıyla kurutulmamış olduğunu görürsem; bu hâlin azliniz için kâfi bir sebep teşkil edeceği ihtar olunur. ”
Jandarma Mahmut’tan, eski bir dost gibi ayrıldım. Sivrihisar’dan döneceğim sabah Mahmut:
“Bey!” dedi. “Ben çok bey gördüm; büyük küçük birçok memurlar tanıdım. Çünkü çok gezdim ve hayli yaşadım. Senin gibi bir köylü ile bir jandarma ile ahbapcasına görüşen, konuşan alçak gönüllü bir memura rastlamadım. Allah gönlüne göre versin.”
“Benden hoşlandığın anlaşılıyor.” dedim. “Hoşuna gitmeyen bir hâlim yok mu?”
“Var.”
“Nedir?”
“Bazen yalnız kalınca gezinerek ıslıkla hava çalıyorsun; bu senin gibi bir beye yakışmaz, terk et…”
“Peki, bundan sonra çalmam.”
Jandarma Mahmut’a verdiğim sözü tamamıyla yerine getiremedim. Şimdi bile bazen yazmaktan, okumaktan yorularak odamda, bahçemde gezinirken yine ıslık çaldığım olur ve derhâl Mahmut’un tavsiyesini hatırlayarak vazgeçerim.
Jandarma Mahmut’a, İzmir’deki, jandarma alayının kumandanı vasıtasıyla iyi bir gözlük göndermiş ve ondan teşekkürlü, dualı bir mektup almıştım.
Bir Hukuk Meselesinin Halli – Nafia Nezaretine
İzmir’de Mektupçu Kalemi Mümeyyizi iken Urla ve Sivrihisar kazalarına aşar satmak için gitmiştim. Dönüşümde Vali Abdurrahman Paşa’nın yüzünü pek bozuk buldum.
“Efendimizi neşesiz görüyorum.” dedim. “Başınız mı ağrıyor?”
“Hayır.” dedi. “Çok şükür vücutça hiçbir rahatsızlığım yok; fakat son derecede canım sıkılıyor.”
“Niçin?”
“Bir hafta evvel Belediye Meclisinin bir kararını getirdiler: Birinci Kordon’dan ikincisine bir yol açmaya lüzum görmüşler. İdare Meclisine havale ettim; bu meclis de belediyenin kararına uyduğundan, “mucibince” dedim. Belediye, derhâl işe başladı. Şirketin direktörü Kifre, Nafia Nezaretine şikâyet etmiş. Nazır Mahmut Celaleddin Paşa’dan aldığım telgrafta şirketin doldurduğu arazinin kendisine ait bulundukça, orada belediye kanunlarının hükmünün yürüyemeyeceği şirketin mukavelesinde açıkça yazılı olduğundan; belediyede başlanılan işin bırakılması lüzumu bildirildi. Bu iki meclisin kararını “mucibince” diyerek ben de kabul etmiş olduğum için şu izine geri dönme mecburiyetinden üzüldüm. Belediye Reisi olacak hımbılı çağırtarak, lüzumundan fazla haşladım. Bütün İdare Meclisi azasına da söylemedik söz bırakmadım. Fakat kızgınlığım ve üzüntüm bir türlü geçmiyor.”
“Nafia Nazırı’nın telgrafı belediyeye tebliğ buyuruldu mu?”
“Üstüne hiçbir şey yazmadan reise gönderdim. Çünkü bu iş ilerledikçe bizim hezimetin ağırlığı artacak.”
“Müsaade buyurursanız…” dedim. “Bu evrakın dosyasını belediyeden getirterek bir kere de bendeniz tetkik edeyim.”
Paşa ümitsiz bir tavırla:
“İşte uğursuz dosya, alay eder gibi karşımda; tetkik için hazine avukatı almıştı. Şimdi getirdi ve bir şey yapmak imkânı olmadığını söyleyerek defoldu, gitti. Bununla beraber bir kere de siz okuyunuz. Fazla tetkikten bir zarar gelmez. Yerin krokisi ve şirketin mukavelesi, şartnamesi filan da, bu zarftadır…”
Dosyayı aldım. Evrakı yine dikkatle okudum: Bunlardan anlaşıldığına göre şirket, denizden doldurduğu sahada rıhtım yaptıktan sonra arsaları parça parça ve metresi kırk kuruştan satmaya başlamış; gördüğü rağbetten istifade ederek kırk kuruşa sattığını elliye alıp seksen kuruşa, seksene aldığını yüz kuruşa ve bu suretle bazı yerlerde bir metresini on dört liraya kadar satmıştı. Binaenaleyh belediyenin yol açmak