Bir hafta sonra bu beş hızarın yerlerinde yeller estiğini söylemeğe hacet yok…
Eski Mutasarrıfın Mektubu – 108 Yaşında Bir Naip (Kadı) – Yeni Mutasarrıf – Bir Müftü – Sinop’ta İçkiye Düşkünlük
Sinop’un eski mutasarrıfı izinle giderek dönemediği İstanbul’dan bana bir mektup yolladı. Bunda: “…zatıalileri gibi ezkiyâ-yı şübbân-ı üdebâdan ve ahlâk-ı hamide ashabından birinin, vekâlet suretiyle olsun bana halef olması mucib-i mefharettir.” (…zatıalileri gibi genç, faziletli ediplerden ve övülmeye değer ahlak sahiplerinden birinin, vekâlet suretiyle olsun yerine gelmesi iftihar etmeyi gerektirir.) diyerek pek cömertçe iltifatlarla beni lütuflandırdığı hâlde, kötü muameleleri birer ikişer meydana çıkarılarak, Vali Paşa tarafından her biri hakkında izahat istenilmeye başlanınca, ona yazdığı cevapta:
“… Mutasarrıf Vekili diye Sinop’a gönderilen tecaribi umurdan bihaber bir nevrestenin tahkikat ve işaratı üzerine bu suretle istizahlarda bulunulması esefi muciptir…” (…Mutasarrıf Vekili diye görev tecrübelerinden habersiz bir yeni heveslinin araştırma ve bildirmesi üzerine bu şekilde açıklanma istenmesi esef vericidir…) demişti.
Sinop’a gönderilen büyük memurlar sanki yaş fazlalığıyla tayin olunuyorlar gibi, ben orada iken gelen bir naip: “Elli dört yaşında olduğum sırada, 1254 (1838) senesinde Kıbrıs’ta naip idim; Osmanlı lirasıyla yaşıtım.” dediğine bakılırsa (O zamanlar Osmanlı lirası 108 kuruşa bedeldi.), hırs-ı pilisinden Sinop’un hayli zarar gördüğü mutasarrıfın büyük babası yerinde idi.
Naip Efendi, uzun boyu, nispetli azası, kar gibi beyaz bir sakalın çevrelediği yüzüyle sevimli bir Arnavut’tu. Yüz sekiz yaşında olduğunu söyleyince:
“Maşallah!” dedim. “Yetmiş yaşında bile görünmüyorsunuz…”
“Hamdolsun!” dedi. “Öyle ama ne de olsa çok ihtiyarım. Geçmiş bir asrın mahlûkatındanım. Artık rahat etmeliyim. Hatta buraya gelirken veliyyünniam şeyhülislam efendimize: ‘Beni artık naipliğe göndermeyiniz, emekli ediniz.’ dedim. ‘Siz naiplerden emekli edilmiş kimse gördünüz mü?’ buyurdukları için, ‘Zât-ı meşihatpenahîleri de dâîleri gibi Nuh Peygamber zamanından kalma bir naip gördüler mi?’ diye sordum. Güldü ve ‘Sinop’a da gidiniz bakalım.’ buyurdu.”
Naip bazen böyle düzgünce konuşur, hoş tabiatlı bir adam olmakla beraber, bazen küçük yaştaki bir çocuk hâli alırdı. Herhâlde Urfa, Maraş taraflarında kim bilir kaç yıl önce edindiği mor kadife kaplı ve gümüş pullarla saçaklı bir palanla bindiği pek cılız bir kira beygiri üzerinde, Haremeyn payesine (rütbesine) mahsus binişini (cübbesini) giymiş ve bilinen sırma şeriti de ak sarığı üstüne dolamış olduğu hâlde ilk defa hükûmet konağına gelirken her rastladığına selam verişiyle gülünç bir bunaktı.
İzinle kaçan mutasarrıfın yerine tayin olunan Gürcü Yahya Dede ise başka bir “pîr-i fani” idi. Vali Paşa’nın şifreli emrine uyarak, geldiği zaman hemen dönmeyip liva ve memurları hakkında kendisine malumat verecektim. Bu mutasarrıf eskisinden daha genç olduğu hâlde, içkiye düşkünlüğünden dolayı vücudu, ölmeden önce çürümeye başlamıştı.
Şimdiki hâlini bilmiyorum; fakat o zamanlarda Kastamonu Vilayeti’nde içkinin en çok insan zehirlediği yer Sinop’tu. Memurlarımızdan, kâtiplerimizden ve iş sahiplerinden öğle yemeğinden sonra rakı, şarap kokmaksızın yanıma gelen kimseler pek azdı. Şu tehlikeli düşkünlükten Babıali’nin haberi olsa, içkinin insanı ne hâle getirdiğini Sinop ahalisine ve memurlarına göstererek kendilerini uyandırmak için bu alkolik mutasarrıfı kasten gönderdiği sanılacaktı.
Bu gece gündüz sarhoş mutasarrıfın akrabasından daha evvel ismi geçen Kâmil Paşa da; Niğde Mutasarrıfı ve bu Dede’nin tam zıddıydı. Geceleri bir hasır üstünde yatar ve sabahlara kadar ibadet eder, Niğde sokaklarında at koştururdu. Mutasarrıflık makamındaki yazıhanesinin çekmelerini fişekle doldurarak daima yanında bulundurduğu otomatik bir tüfekle hükûmet konağı civarındaki çayırlığa koydurduğu testilere kurşun atarak nişan egzersizi yapardı. Konya Valisi’nin hırsızlık ve rüşvetçiliğinden Babıali’ye ettiği şikâyetlere kulak asılmayınca, İngiltere Sefiri’ne telgraf çekmekteki çirkinliği takdir edemeyen bir budala idi. Kâmil Paşa’dan sonra Niğde’ye gelen mutasarrıfların çoğu kötü itiyatlarıyla bu nişancı mutasarrıfı aratmışlardı.
Yahya Dede Paşa, ilk cuma namazını Seyit Bilâl Türbesi’ndeki camide kılmıştı, ben de beraberdim.
Namazdan sonra türbenin misafir odasında kahve, şerbet içerken Sinop’un Kastamonulu müftüsü, Mutasarrıf Paşa’ya:
“Efendim!” dedi. “Biraz gabadur emme, doğrudur: ‘Çıralı dibine karanlıhtır.’ derler.”
Ben, müftünün sözünü keserek:
“ ‘Mum dibine ışık vermez.’ bir darbımeseldir, (söyleyişindeki kabalığa işaretle) manasında bir kabalık yok.” dedim.
Müftü sözüne devam etti:
“Bir tarihte Kastamonu’dan İstanbul’a gitmiştim. Evkaf Nezaretinde bir işim vardı. Nezaretin büyüklerinden birini görerek işimin çabuk görülmesini rica ettim. O zat, “Eğer Kastamonu’ya dönüşünde Şaban Veli’nin türbesinde benim için bir ‘Yasin’ okuyacağını vaat edersen işini derhâl yaptırırım.” dedi. Hâlbuki ben Kastamonu’da doğmuş, büyümüş olduğum hâlde İstanbul’a giderken bile Şaban Veli’nin ruhuna bir Fatiha okumak hatırıma gelmemişti. Bu kabilden olmak üzere Seyit Bilâl’in camisine cuma namazı için iki seneden beri hiç gelmemişken bugün sırf efendimle onur duymak için geldim.”
Böyle mutasarrıflar, kadılar, müftüler ve bunlara uygun her çeşit memurlarla idare olunmak musibetine asırlarca mahkûm olan Osmanlı İmparatorluğu’nun feci sonu görünür bir hâlde idi.
Sırası geldikçe yazılacağı üzere, yirmi kadar vilayette Sinop Mutasarrıfı’na az çok benzeyen memurlar görmek talihsizliğine uğradığımı söyleyerek Sinoplu kardeşlerimizi teselli etmeyi, insani bir vazife saydım.
“Cüret-i Lisaniye” Suçundan Mahpus Hamlacı Bekir
Umumi Hapishane denilen kale zindanlarından sonra Liva Hapishanesi’ni ziyaret ettim.
Bugün bile hapishanelerimizin hemen hepsinde ilk göze çarpan ve insana hüzün veren, içindekilerin büyük bir ekseriyetle küçük yaşlardan otuz, otuz beş yaşlarına kadar gençler olmasıdır. Bunlar arasında maddi ve manevi bir sefalet yerinde sıhhat ve tazeliğini korumuş yetmiş yaşlarında bir mahpus, bu sebeple dikkatimi çekti. Böyle temizlikten, düzenden pek mahrum bir hapishaneye değil, dünyanın en mükemmel bir hapishanesine de konulmayı hak etmiş görünmeyen bu çok sevimli ihtiyara yaklaşarak niçin hapsedildiğini sordum:
“Buraya getirileli üç ay oldu sanırım. On gün de kazamız olan Boyabat’ta hapsedildim. Bana ne iftira ettiklerini söylemeye dilim varmıyor. Parmağıyla yanımda bulunan Müddeiumumi Muavini Ali Rıza Efendi’ye işaret ederek: “Suçumu bu efendi bilir. O söylesin.” diyerek kederle başını önüne eğdi.
Ali Rıza Etendi:
“Burada açıklaması uygun olmayan bir