Hatıralar. Ebubekir Hâzim Tepeyran. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Ebubekir Hâzim Tepeyran
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-605-121-802-1
Скачать книгу
söyleyiniz. Bana İstanbul’da, Fransızca da bilir iyi bir kâtip bulsun…” demiş olduğundan, Sabit Paşa bu hususta Abdurrahman Paşa ile cereyan etmiş olan muhaberesini şöyle hikâye ediyordu:

      “Bana tebliğ ettiğiniz emirleri üzerine İstanbul’da iyi bir kâtip bulduğumu ve ayda yirmi lira maaşla geleceğini Abdurrahman Paşa’ya yazmıştım, aldığım cevapta bütçem o kadar aylık vermeye müsait değildir.” diyor.

      Ertesi sabah Nazif’i, müşterek yazı ve kitap odamızda buldum. Ben merdivenden inerken, o, hizmetçimiz Ermeni kadınla postaya bir mektup gönderiyordu.

      “Nazar değmesin.” dedim. “Bu sabah benden daha erken kalktınız, mektup bile yazdınız ha?”

      “Evet.” dedi. “Yüzde doksan semeresini umduğum bir mektup.”

      “Kayınpederinize mi ?”

      “Hayır, onun o kadar acelesi yok. Kastamonu Valisi Abdurrahman Paşa’ya… Kayınpederin mektubundan bahsederek paşaya seni anlattım. Bir sene kadar önce başladığı Fransızcası tabii zayıfsa da çalışmasına nazaran süratle kuvvetlendireceğinde şüphe yoktur.” dedi.

      “Niçin?” dedim. “Evvela bana açmadın; niçin mektubu göstermeden gönderdin?”

      “Açsam ‘Said Paşa ve Mektupçu Bey gücenirler mi?’ gibi düşüncelerle tereddüt edersin. Mektubu göstersem, ‘Beni çok uçurmuşsun.’ diyerek baltalamak istersin de ondan göstermedim.”

      Nazif’e, evvelce Mektupçu Nâzım Bey’in yazdığı mektubu söyledim.

      Bu mektuptan galiba on beş yirmi gün sonra Nazif Bey, Abdurrahman Paşa’dan şu telgrafı aldı:

      “Vilayet Mektubi Kalemi Mümeyyizliği ile ilave-i memuriyet olan Gazete Muharrirliği açıldı. Bin kuruş maaşı vardır. Yazdığınız efendi kabul ederse hemen gelsin.

      26 Kânunusani 1301(7 Şubat 1886) ”

      Bir gün sonra da Abdurrahman Paşa’nın eski bir adamı olan Defter-i Hakani Müdürü’nden, yine Nazif Bey’e gelen telgraf şöyle idi:

      “Gönderilecek efendi bekâr ise dairede alıkonulacak ve rızası alınırsa hakkında hayırlı olacaktır.”

      Birkaç gün sonra Niğde’ye uğrayarak Kastamonu’ya gitmek üzere Konya’dan ayrılmıştım. Niğde’ye vardığımdan iki gün sonra, Said Paşa’nın telgrafla teklifi üzerine salise rütbesiyle lütuflandırıldığımı yani “Rif’atlû Hâzim Efendi” olduğumu öğrendim.

      Kastamonu’ya vardıktan birkaç ay sonra, Abdurrahman Paşa, İstanbul’a acele bir telgraf yazılmasını emretti. Müsveddesini yaptım, getirdim. Paşa yalnız değildi, defterdar (maruf matbaacı ve Servet-i Fünun mecmuası sahibi dostum merhum Ahmet İhsan’ın babası) Halit Bey’le konuşuyordu. Konuşmanın bir ara kesilmesini bekleyerek kapının yanında beş altı dakika ayakta durdum. Said Paşa’nın sözleri hatırıma geldi. En aşağıdaki sandalyenin kenarına oturdum. Defterdar gitti. Takdim ettiğim müsveddeyi, paşa, dargın gibi görünen bir çehre ile aldı ve aynı zamanda:

      “Defterdar!” dedi. “Evvel-i ûlâ rütbeli (saadetlû beyefendi hazrederi unvanlı) olduğu hâlde ben izin vermedikçe oturmaz. Sen sellemehüsselam (patavatsızca) oturuverdin!”

      Kulaklarıma şiddetli bir tokat gibi çarpan bu sert sözden son derecede müteessir olarak paşanın yazıhanesiyle büyük oda, bütün sandalyeleriyle dönmeye başladı. Tabii betim, benzim de atmış olacaktı:

      “Müsaade buyurulmadıkça oturmuyordum.” dedim. “Bugün ayakta dururken birdenbire başım döndü, gözlerim karararak bir fenalık hissettiğim için ihtiyatsız oturdum. Afv-ı fahîmanelerini istirham eylerim.”

      Paşa dikkatle bakarak, yüzümde pek belli olan bozukluğu görünce, bunun sözlerinden ileri geldiğini anlayamayarak gerçekten bir hastalık başlangıcı sandı ve hayli telaş etti. Yanındaki sandalyeyi göstererek, “Otur, otur.” demekle beraber zile bastı ve gelen uşağa, “Çabuk bir bardak su getir.” dedi.

      Abdurrahman Paşa ile İngiliz Said Paşa arasındaki fark, birinin dindar, diğerinin din hususunda biraz saygısız olmasından ibarettir.

      Namusluluk, doğruluk, devlet ve memleketi bilerek zerre kadar zarara sokmamış olmakta bu iki muhterem zat arasında hiçbir fark yoktu. Yalnız Said Paşa’nın tevazusu sonsuzdu.

      Güya Abdurrahman Paşa’nın yanında bir memur, “Koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler.” darbımeselini söylemiş olmasından dolayı hiddetlenerek kovduğunu söylerler ki tamamıyla uydurmadır. Bu söz bir defa benim ağzımdan çıkmak üzere iken yarım kaldı. Paşa menetmedi. “Koyunun bulunmadığı…” derken alt tarafı aklıma geldi, kızararak sustum. Kendisi sözü tamamlayarak: “Bunda kızaracak ne var? Darbımeseldir, dünyada Abdurrahman adlı adam yalnız ben değilim…” demişti. Uzun memurluk hayatımda, talihimin teşekküre en ziyade değer lütfu, beni, her çeşit fena huylara, âdetlere alışmak ihtimali ziyade olan gençlik çağımda Said Paşa, Abdurrahman Paşa, Hasan Fehmi Paşa gibi her manasıyla temiz adamların yanına sevk etmiş olmasıdır.

      Aralarındaki muamele farkı ise terbiye hususundaki prensiplerinin bir neticesiydi.

      Akbabalara Ciğer Ziyafeti

      Kastamonu’ya gittiğim senenin ilkbaharında, hükûmet konağında yattığım odanın penceresi altında birdenbire kopan bir gürültü ile uyandım.

      Birkaç kişi, “Hopoya ciğer, hopoya ciğer!” diye bağrışıyorlardı. Hoponun ne demek olduğunu bilmediğimden, bu bağrışmanın sebebini anlamak için hemen kalkıp pencereyi açtım.

      Bağıranların, Vali Paşa’nın uşakları, aşçıları, arabacılarıyla iki jandarma olduklarını ve geniş avludaki çimenler üstünde tepsilere kuşbaşı doğranmış ciğerler bulunduğunu gördüm. Bu adamlar hem sesleri çıktığı kadar bağrışıyor, hem de havaya bakıyorlardı. Ben de baktım, çok yüksekte iki akbaba göründü. Bağıranlar, “İşte geliyorlar!” dedikleri için ziyafete çağrılanların bu kuşlar olduğunu anladım. İki akbaba gittikçe inmek üzere devamlı süzülerek kısa devirler yapıyorlar ve sağdan, soldan, havada beliren akbabalar çoğalıyorlardı. On beş dakika kadar sonra avludaki çimenler ve yollarda kaz sürüleri gibi, yüz elliden fazla akbaba ciğer yiyorlar, bazıları adamların yanlarına kadar gelerek yerdeki tepsiden alıyorlardı.

      O sırada bizim odaya gelen daire müdürüne bu ziyafetin sebebini sordum:

      “Hani…” dedi. “Bazı yerlerde fukaraya sadaka vermek kabilinden mahalle ve çarşı köpeklerine ekmek dağıtmazlar mı? Burada da aynı maksatla akbabalara ciğer yedirirler. Paşa efendimizin bir tanecik kerimeleri bir hastalıktan kurtulduğu için buranın âdeti üzerine şükran makamında bu eğlenceli ziyafeti emrettiler.”

      Akbabalar tamamıyla doyduktan ve çimenler üstünde, hatta gelen geçenlerden korkmayarak salına salına biraz gezindikten sonra ikişer, üçer uçup gittiler.

      Bizde iyi, kötü âdetler “ölmez” oldukları için bu zararsız âdetin Kastamonu’da hâlâ devam ettiğinde şüphe yoktur. O zamanlarda Kastamonu’da bir ciğer otuz paradan fazlaya satılmazdı. Akbabaların ehli ve sevimli hayvanlar gibi çağırışa koşmaları o zaman beni hayli düşündürmüştü. Bu alışıklığa göre, âdet epey eski olsa gerekti.

      Gerek Abdurrahman Paşa maiyetinde, gerek arkadaşlarımla gittiğim kır ziyafetlerinde, on beş, yirmi kuruşa alındıkları için, mutlaka bir iki kuzu kesilerek, Kastamonu’nun meşhur ve şöhretine layık tandır kebapları yapıldığından her ziyafete akbabaları da iştirak ettirirdim.

      Paşa, bir yaz mevsimini, Kastamonu’ya iki saat mesafede bir yerde, çamlar arasında