Hamra hemen odasına giderek mantosunu, baş örtüsünü başından fırlatıp “Oh Rabbi’m! Ne vaka, ne vaka!” diyordu. Ya Mihriban duyarsa, işte o zaman bu mudhike, bir faciaya dönecek. Birçok güftügû olacak. İki aile er-kânı birbirine girecek. Sonra hadise Ada’ya, Boğaziçi’ne, İstanbul’a işâa olunacak. Bütün dostlar duyacak. Her yerde kendisinden bahsolunacak. Neticede ömründe bir defa daha eğlenmiş olacak… Lakin Neriman’ın aşkı, çılgın, mütecâsir bir aşk ise; ya zevcesini bırakıp kendisini almaya kalkarsa… Kalkarsa, “Otur yavrum.” diyebilecek mi?
Hamra kalktı, sedefli, sekiz köşeli bir iskemle üstünde yarı açık duran sigara paketinden eğildi, bir sigara aldı. Kibriti çakarak uzanmış dudakları arasında sıkışan sigarayı, iki küçük alev darbesiyle acele yaktı ve kibriti söndürmeyerek endam aynasının civarında duran, üçüzlü bir şamdanı yaktı. Şimdi bir ufk-ı revnakdarın bir köşesine benzeyen, iri aynadan in’ikâs eden şuleler, pembe döşemeli bu odanın içini, bir şafak bulutu güzergâhına benzetti. Ucu, iri dudaklarının içine gömülen sigarayı leziz bir iştiha ile içerken, aynanın önüne geçti. Durdu. Saçlarının -o tabire gelmeyen; sonbahar sabahlarında esen kuru rüzgâr ile kavrulmuş, yanmış yaprakların kırmızıyı andıran rengine benzeyen saçlarının- leyyin taravetini, çehresinin pembe rengini, gözlerinin işveler ihtira eden bakışlarını temaşa ederken, “Pek hoş, pek hoş!” itirafını ima eder bir vaziyetle, aks-i endamına, küçük bir hande-i takdir ve başıyla bir temenna-yı aşinaî yolladı. Beyaz kusursuz dişleriyle baktı, bol yenli kollarını kaldırarak bağteten üryan olan bileklerini tetkik etti. Ellerini kalçalarına dayayarak ve yan tarafa temayül edip bir tavr-ı meshurâne ile boyunu, belini, boynunu süzdü, süzdü… Şimdi düşünüyordu: “Hayır Mihriban, maksadım seni üzmek, azametine basıp yükselerek kibrinin nasıl kırıldığını görmek, Hamra’yı çekememenin, Hamra’yı rast geldiğine çekiştirmenin cezasını tertip edivermek… İşte bu oyun bu kadarla bitecek. Neriman! Sen de yırtınma, bu vücuda sahip olmak liyakatini henüz kimsede görmüyorum… Gözyaşlarına acıyorum… Fakat…”
Evet, samimiyetle akan yaşlar hiçbir zaman tesirsiz olamazlar. Bu katrelerin düştüğü zemin, ne derece çorak olsa yine orada küçük bir nihal-i şefkat belirmek ihtimali vardır. Hamra’nın üzerinde bu dakika Neriman’ın gözyaşlarının bir tesiri vardı. Lakin bu tesir o yaşların kurumasıyla beraber zail olacak derece muvakkat olabilir.
Hamra soyunup yatağa girdiği sırada, bugünkü geçen dakikalarının kendini memnun ettiğinden dudaklarında, gözlerinde bir ibtisam-ı meserret uçuyordu.
Bu ikinci mektuptu ki Mihriban kocasının cebinde bulup okuyor, demek ki şimdi kocasının gönlü tamamıyla Hamra’da… O, hayatı beyhude olan, fazla duran bir bedbaht, bir kimsesiz… Şu dakika ölse kimse ona acımayacak hatta Neriman sevinecek, Hamra sevinecek. Ömrü onlar için bir bâr-ı girân. Neriman, kendisiyle bir aydan beri lakırdı bile etmeye temayül etmezken, ona şarkılar tanzim ediyormuş. Şimdiye kadar lisanından bir manzum söz işitmemiş iken bu kadının aşkıyla Neriman şair olmuş:
Hande-i gül-rû-yı letafetsiniz;
Nursunuz ruh-i muhabbetsiniz;
Âlihe-i arş-ı melâhatsiniz;
Âfet-i hengam-ı şebâbetsiniz!
Etmiş idi lütfunuz ihya beni;
Öldürüyor, şimdi o hülya beni;
Korkutuyor ah! Bu sevda beni.
Korkulacak mertebe afetsiniz!
Bilmem kaçıncı defadır, Mihriban bunu ruhu yanarak okuyor ve düşünüyordu.
Etmiş idi lütfunuz ihya beni!..
Kocası bu kadının lutfuna da nail olmuş. Oof!.. Bu fikir, Mihriban’ın sabrını târ-mâr ediyor. Bu hayatının bir kıyametiydi. Buna tahammül edemeyecekti. Gönlü bu bârı çekemeyecekti… Belki şimdi kendi bu eziyetlerle kıvranırken kocası ona “Hande-i gül-rû-yı letafetsiniz!” diyor. Lakin bu nevazişlere maruz olmak, yalnız kendi hakk-ı sarihi değil miydi? Hamra ne salahiyetle, ne nam ile kendine ait bu hakkı gasp ediyordu? Şimdi Hamra ile Neriman’ın arasındaki münasebetin derecesini, tafsilat-ı hakikiyesini anlamak için bir çare arıyordu. Mihriban bu dakika nefsinde şedîd bir kıskançlık duymuyordu. Yalnız hakikate muttali olmak, niçin, neden, nasıl aldatıldığını bilmek istiyordu. Hâlâ o, kocasını ciddi, menfaatsiz, ihtiyatsız bir hürmet-i amîka ile seviyordu. Bu mektup, bu şarkı aşkını rahnedâr etmekten ziyade, izzet-i nefsine dokunuyordu. Ve tekmil mesuliyeti Hamra’ya atfederek saf ve pakize kocasını ızlale sebeb, bu kadının sahte işveleri olduğuna karar verince, dimağı zehr-âlud tasmimler kahhar fikirlerle dolarak, bütün âmâl-i müz’icesini birden icra için bir karar-ı âni vereceği sırada; za’f ü aczinin hayluletini teferrüs ile ağlamaya başlıyordu. Rekabet-i sevda bir tıfl-ı muhabbettir ki validesini zehirleyen bir yılan yavrusuna benzer. Mihriban böyle bir kasd ve bir emel neticesiyle, sırf bir sevk-i tabiî-i neseviyetle kimsesizliğin, çaresizliğin en ziyade hissolunduğu karanlık ve sessiz gecelerde böyle metrukiyet-i aşkıyla zehirlene zehirlene, itidalini kaybediyordu.
Neriman karısını avutmak için bulduğu fena bir tedbire müracaatla daima süslenip gezmesini dermiyan eylediği zaman, Mihriban kocasının yüzüne gözlerini dikip ağlamaktan başka bir şey yapamıyordu.
Artık Mihriban kocasının her hâlini, her hareketini, her sözünü sıkı bir tecessüs altında tutuyor, kocasının ağzından bir kelime kapıp bütün bütün zehirlenmek için uyumuyor ve onu tefahhuslarıyla izaç etmekten çekinmiyordu. Ceplerini karıştırıyor, kâğıtlarına bakıyor, gözlerinde geçmiş bir hatıranın izlerini araştırıyordu. Ve daima muvaffak oluyordu. Kâh Neriman’ın cebinde bulunmuş bir çiçek onu ağlatıyor, kâh uykusunun arasında işittiği yarı anlaşılır bir sayıklama onu öldürüyordu… Günler geçtikçe kocasının muamelesi değişiyordu. Hatta Hamra ile Kamra’nın, kendisine görünmesine müsaade etmediğinden dolayı zevci küçük mücadeleler bile çıkarıyordu. Mihriban biliyordu ki zevci, validesinden sergüzeştlerini saklamaya lüzum görmedikten maada, kayınvalidesi olacak bu merhametsiz kadından teşvik bile görüyordu. Mihriban bu azaplar altında kıvrandıkça, itidâl-i ahlakı da sarsılıyordu. Bir kitapta okumuştu ki: “Kimseyi kıskandırmak istemeyenler kıskandırılırlar.” Düşünüyordu. “İşte bir doğru söz, ben de Neriman’dan evvel başlamış olaydım. Mademki o iktidar bende de var.”
Şimdi bu vesvese gittikçe tezayüd ve terakki ediyor. Evet, onu mademki kocası sevmiyordu… Lakin onun sevilmeye ihtiyacı vardı. Metruke fakat niçin? Maşuka olamaz mı? Mademki her zaman yaşam devam etmeyecek, her zaman gençlik ele geçmeyecekti! Neriman, sevgili Neriman, işte onu düşünmüyor, onu aldatıyordu. Hem aldatmakla beraber, bütün ezvak-ı muzlime-i hayatın kapılarını eliyle açıp ona sapa bir yol gösteriyordu. Evde unutulmuş, aldatılmış makhûr yaşamaktansa velev gözyaşlarıyla irvâ’ ederek, hayatında bir gülzâr-ı hatırat tarh edemez miydi? Evde, mesela şu karşıki köşkte, her zaman kendisine yiyecek gibi mütehassirâne bakan sarı bıyıklı genci, bir nazra-i teşvik ile teshîr ederek, onun bir mabude-i yegânesi olmak hissiyle mütelezziz olarak, muvakkaten olsun, şu hicran yaralarını tedavi edemez miydi? Gizli, müessir bir intikam hissiyle inşirah edemez miydi? Niçin kocasına hayatını tevdi etti? Yaşamak, bir aile teşkil etmek, mesut olmak, sevilmek, öpülmek, takdir olunmak için değil mi? İşte ben bugün rabıtalar kâmilen bitmişti. Zevci şimdi bir diğerinin, mesudiyetini ikmal ediyordu. Bir başkasını seviyor, bir başkasını öpüyordu. Bu hâlde kendisine ne kaldı? İnsanlıkta sevilmeye, takdir olunmaya ait bir sevk-i tabii vardır. Yaşadıkça, öldükten sonra unutulmak endişesi, bizi meyus etmeye kâfi iken, hayatta iken unutulduğumuza