Senelerce zayi olan ömrün mahsulü olarak, Hârâ bir çok heykeller hakketti… Burası gencin bir mabediydi. Mübareze-i maişetten yorulduğu zaman buraya gelirdi. Bir buhran-ı arzu ile mahmûm, bu heykellerin ayakları ucuna çömelerek ve ellerini kavuşturarak saatlerce yalvarır, sonra yine saatlerce mebhût dalar giderdi. İsterdi ve beklerdi ki, şu daima dalgalı duran Umman-ı Hindî’nin arkasında, tahayyül ettiği hakikatlerden bu heykeller onu haberdâr etsin ve sonra bir vakti olurdu ki tahlilinden âciz kaldığı bir hırs-i vahşî-i sibââne ile okunu, yayını omuzuna alıp önüne gelen hayvanlara tasallutla her gördüğünü bir hiss-i intikam ile parçalardı.
Gece… Bacaklarında hurma liflerinden örülmüş bir dizlik, sırtında çaprastvâri atılmış bir kaplan postu… Hârâ hayz-rânlar arasında, bir kütüğe yaslanmış duruyordu. Uzaktan evvelâ müphem, sonra vazıh bir hışırtı duyuldu. Bir geyik zuhur etti. Önünden geçen bir tilkiyi boynuzlarına takınca havaya kaldırıp yere attı. Geyik, yalnız eğlencesi için kıydığı bu küçük hayvana yan gözle bakarken, öteden gözüken bir parsın ayak seslerinden irkilerek koşmaya başladı. Hârâ dayandığı kütükten doğruldu, şimdi müteheyyic bir dikkat ile geyiğin firarına, parsın takibine bakıyordu. Geyik terlemiş, kısa, yüksek nefeslerle soluyarak süratle seğirtip, firarında ümid-i selâmet kalmamış gibi şaşırmış, ufak kavisler çevire çevire bir daire dahilinde çırpınıyordu. Henüz yirmi dakika kadar bir müddet geçmemişti ki pars şikârını yakalamış ve pençesi altına almıştı. Hârâ böyle zahmetsiz kısa bir takip ile parsın galibiyetine taaccüb ve hiddet etmekle beraber müdahale için kendinde bir arzu-yı mübrem duyduğu sırada öteden gelen derin, mehib kükreyişlerin arasında, karanlıkta bir gölge yığını göründü. Ensesinde kabaran sarı yelesinden genç, bu, sahraların yeke-tâzını tanıdı… Arslan!
Akan kanları içinde inleye inleye kıvranan, pençesi altındaki geyiğe, pars bir tehekküm-i gayz-âgîn ile kımıldamaksızın bakarken, arkadan arslan müsterih adımlarıyla ilerliyordu. Kırk kadem kadar bir mesafede durdu. Ve şiddetle bir defa homurdandı. Parsın yüksek vücudu, bağdeten gergin bir takallüsle dikildi. Bütün yorgunluğunun bir dakikada ber-hevâ olacağını anladığından yalnız meyuslarda görülen âni ve pek çabuk geçebilen bir cüretle, arslanla herçibâd-âbâd mübareze kararını gösterir bir vaziyet alırken, o mehabetrîz hayvanın umk-ı ruhundan kopan bir nara-yi velvele-hîz-i hücum, parsın tekmil vücuduna mütezelzil bir irtiâş vererek nahvet-i cinsiyeti karşısında, mahcup ve münfail, telaşsızca, avını mağlub şöhreti olduğu arslana terk ederek, evvelâ mütereddid adımlarla arka arka çekildi. Ve sonra kudurmuş bir hayvan gayz ve abûsetiyle homurdanarak gösterilmek istenilmeyen bir meskenet-i tevazuyla, iri başını o galib-i müdhişe doğru bükmüş, gözlerini, arslanın ateş saçan gözlerine yan yan dikmiş olduğu hâlde makhûr ve muzmahil çekildi, gitti.
Arslan, çoktan beri geyiğin kanlı cesedi üstüne müsterihâne çökmüş ve onun iri parçalarını, kayıtsızca kemirmeye başlamıştı. Parsla geyiğin mübarezelerini adem-i tenezzülle temaşa eden Hârâ, şimdi hayz-rân yaprakları arasındaki pususunda -yine korkusuz lakin her ihtimale karşı müteyakkız- duruyordu.
Arslan şapırtılarla yiyor, kemiriyor ve yalanıyordu. Muvaffakiyetle neticelenmiş bir intikamın verdiği neşe-i galibiyetle kuyruğunu kâh sağ böğrüne, kâh sol böğrüne çarpıyordu. Hayvan, bu hodgâm ziyafetin en iştihâ-engiz dakikasında başını havaya dikti. Kuyruğunu yukarı burarak, ön ayakları üstüne kalkıp müvesvis bir tereddütle etrafını nazar-ı teftişten geçirdi. Geyiğin kadidini, üstünde yapışık kalan kızıl etleriyle, enzâr-ı ağyârdan gizli bir yere saklamak için, sürüklemeye başladı. Bu sırada, bu sarı heykel-i müşekkelin gözleri, Hârâ’nın barındığı kamışlığa initaf etti. Şimdi Hârâ yarım saat evvelki ihtişam-ı bülendin, gönlüne bıraktığı tesir-i amika mağlup olarak, bu gâlib-i mağruru takdirlerle temaşa ederken, onun, kendisine doğru teveccüh ettiğini görünce, bir sevk-i tabiî-i mübareze ile vuku’u melhuz olan müdafaayı hesaplayarak irkildi. Arslan dalları iterek, bükerek, kırarak, ezerek ilerliyordu. Artık her ihtimal takarrür etmiş ve Hârâ hayvanın yan tarafından hücuma hazırlanmıştı.
Arslan dalların hışırtısından ürküp hızla başını kaldırdı. Hârâ’yı gördü. Hârâ bu teâtî-i nazar esnasında, bir saniye kaybetmeksizin, kalkanını siper almış ve kemanını çekmişti. Şimdi ok, bir safir-i hava-çâk ile vızlayarak hayvanın boynuna gömüldü.
Bu sırada, Hârâ şedîd ve medîd bir “Hay!” haykırışıyla, üstüne atılan hayvanın hizasından, yan tarafa sıyrılarak küçük yaştan beri böyle vartalarda ihraz eylediği bir çeviklik ve çabuklukla ve bütün kuvvet-i bâzusuyla, elindeki gürzü, kızıp kuduran hayvanın beyni hizasına indirmekle beraber, belinden sıyırdığı uzun yassı mızrağı sersemleyen arslanın karnına sapladı. Bu öyle bir saplayıştı ki demir kabzaya kadar sokuldu. Hayvan bu sefer can havliyle dönerek Hârâ’nın kolu üstünde asılı kalkanını dişleri arasına aldı. Lakin bu sırada yerde fışlayan, yayılan kanların arasından iri bağırsaklar da sürünmeye başlamıştı. Hayvan çöktü. Hârâ demiri yine bir “Hay!” feryadıyla ve aynı hiddetle bir daha sapladı. Artık arslan bütün mağruriyet-i cinsiyetine rağmen yere yuvarlanmıştı. Genç, bu düşüş ve mağlubiyeti, meşkûk bir hile add ile muttasıl bir nara-i zaferle, teberini hayvana havale ediyordu. Şimdi arslanın sarı, donuk, durgun gözleri açılmış, yassı pençesinin uçlarından iri tırnakları uzamış ve fırlamış dehhaş ağzı açılmış; kenarındaki büyük dişleri, kırmızı kanlarla mülemma duruyordu. Hârâ, âvâze-i tiz-i sitiziyle karanlıkları titreten bu cüsse-i mehabetin ayağının altındaki hâl-i meskenetine bakınca, göğsünün tatlı bir gurur-ı celadet ile kabardığını duydu. İtimad-ı nefsten mütevellid nümayiş-i hodgâmı ile okunu, yayını, kalkanını, teberini, mızrağını yere serperek arslanın üstüne oturdu. Mütehayyil ve mütefekkir nazarlarıyla, gittikçe aydınlanan maşrığın televvünat-ı nurunu tamaşaya daldı.
Açılmaya başlayan gecenin siyah kirpikleri altından, seherin sarı gözleri, göğün orasına burasına saplanan altın oklar renginde, keskin şuaâtını yaymaya başlamıştı. Gecenin hatarât-ı zalâmına alışkın ve seherin, mevkiin, geçen vakanın tesir-i ihtişamıyla kamaşan gencin gözü, gönlü bu bârân-ı mühtezz-i sâye ü nurun altında, ıraktan görünen denizin tantana-i bülendi huzurunda, sade bir ihtiras-ı hayat ile mütelezziz oluyordu. Bu sırada rakik sislere sarılmış elvan-ı hare-ver-i fecrin bir parçası, bir kanat şeklinde uzana uzana, Hârâ’nın bulunduğu kamışlığın nihayetindeki taşlığa yayıldı. Ve ortasında evvelâ meşkûk ve mütereddid ve sonra ayân ü vâzıh bir şekl-i lâtif peyda oldu. Bu şekil, Hârâ’nın refîk-i inzivası olan ihtiyarın; yorgunluklar, ızdıraplar altında bunaldıkça çektiği her âhın sonunda “Kadın… Kadın… Kadın!..” diye tarif ettiği, hayal-i nazikterini andırıyordu. Hârâ’nın, anlamadan hissettiği bedia-i hayalîyenin tesir-i icadıyla yonttuğu heykellerin kemal bulmuş bir nazirine benziyordu. Gencin vücudu üryan bir kalp rikkatiyle titredi. Kollarını uzattı. Bu bir rüya mıydı? Koşmak, onu yakalamak, tutmak istedi. Lakin biraz evvel tepelediği bir arslan gibi onunla, imkânı yok, mübareze edemeyeceğini, belki o kadar elvan içinde, o kadar ihtişam, o kadar yumuşaklıklar arasında inen bu şikarı yakalamak; ona yavaş yavaş, usul usul gitmek, onu, boynunu bükerek, yalvarıp ağlayarak, okşayıp sayd etmek mümkün olabileceğini düşündü. Ve hemen âlât-ı rezm ü vegasını bir tarafa fırlatmış, ayaklarının ucuna basa basa, bulutların ortasında tayeran eden şikâr-ı şirine doğru ilerlemeye başlamıştı. İki adım atmamıştı ki hafif rüzgâra maruz bir nihal inhinasıyla bulutlara basarak bu hayal-i dilfirib çekilmeye, uzaklaşmaya başladı. Ve bir dakika sonra yerde kaya