Yazar ve diplomat kimlikleriyle öne çıkan Ahmet Hikmet Müftüoğlu, 1870 yılında İstanbul'da doğmuştur. Dedesi Yunanlılar tarafından şehit edilen Mora Müftüsü Abdülhalim Efendi’dir. Babası Müftüoğlu Sezai Bey’dir. Dedesinin müftü olmasından dolayı Müftüoğlu soyadını almıştır.
Diplomat olarak görev yaparken bir yandan da edebiyatla uğraşmış olan yazar, başlangıçta Servet-i Fünûn hareketi içinde yer almış, daha sonra bu toplulukla bağlarını kopararak Türkçülük akımını benimsemiştir. Hikâyelerini topladığı Çağlayanlar adlı kitabı, uyandırdığı milliyetçilik duyguları ile millî edebiyatta önemli yere sahiptir. Yazar, 19 Mayıs 1927 yılında karaciğer kanserinden dolayı vefat etmiştir.
Ahmet Hikmet
Hâristan
“Dehaetten nasibi olmayan aceze ise bir ormancığın dahlini kendilerine mesken-i iftikâr ittihaz etmiş zayıf ve garib kuşlardır ki kudret-i pervazları ancak bir ağaçtan diğerine gidebilmeye, takat-ı âvâzları yalnız kendi kendilerine müdavele-i hissiyat edebilmeye kifayet eder.”
Hâristan ve Gülistan
Gülistan
Bundan beş bin sene evvel… Bahr-i Kulzüm’ün sahil-i cenubunda bir ada… Mai bir gece… Mehtap… Koyu kurşuni bir umman, üstünde mehîb bir sükûnet, daha üstünde o sükûneti yırtarak tennûre-i nurunu, Bahr-i Muhît-i Hindî’nin ufukları görünmez engin sathına rîze rîze serpen bir ay… Üstünde bir kuş bile uçmayan bir cevv… Boş bir feza… Pâyânsız bir muhit-i râkid… Korkunç bir kimsesizlik, boğucu bir sessizlik… Çıt yok, eser-i hayat yok… Berrak bir tenhayî-i bîintihâ, bir mahşer-i sükûnet: Mehtap düşünüyor. Dalgalar düşünüyor. Katarat-ı kamerin seyelânı altında eriyen gecenin açık gölgeleri düşünüyor. Gezinen bulutlar düşünüyor. Kulzümle rüzgâr, bu tefekkürat-ı hevl-fermanın serair-i nikatını birbirine sarıla sarıla fısıldıyor. Denizin göğsü teneffüs eder gibi kabarıp iniyor. Bütün mevcudatta bu tazelik, bir yıpranmamışlık hissolunuyor. Bu rükûdet-i bîpâyanın ortasından bir sada fırlasa dünya gülecek, kanatlanacak gibi geliyor.
Adanın eteğinden denize uzanan ince kumların üstünde Nesrinnuş, uzaklardan doğru serpilerek kulzümün sathında kaynaşan serv-i zerrinin bir parçası gibi uzanmış… Dalgalara karışmış, üryan, mehtap kadar üryan, rüzgâr kadar üryan… Vücuduna düşen selsebil-i kamer, gerdanının üstünde, çıplak saçlarının arasında titreşiyor. Ufak dalgalar birbirini tazyik ede ede imrenişler, süzülüşler ve fısıltılarla, bir leb-i sadefgûndan masnû’vücudun kâh saçlarının arasına girerek, kâh beyaz kollarında sürünerek, kâh sîmin sinesinden süzülerek, kâh erguvanî ayaklarını okşayarak birer birer buselerini aldılar. Ka’r-ı okyanustan çıkardıkları incileri Nesrinnuş’un ayağı ucuna takdim ettikten sonra ihtiramlar, ihtirazlarla geri geri çekilip gittiler.
Nesrinnuş, bîhoş-ı neşe bir keselan-ı ömr nüvaz ile usul usul gezindi. Etrafında bir hâle vaziyetinde kendine nâzır peri kızlarına kadife uçukluğunda, kadife ılıklığında gözlerini initâf ettirdi. Lâ’l dudaklarının altında şimşekler çakan dişlerini göstererek onlara bir hande-i neşat parlattı: “Beni oğunuz!” dedi.
Şimdi hademelerinden üçü omuzlarındaki sarı, maî beyaz tüllerden silkinerek kollarını, sinesini, ayaklarını oğuşturmaya, saçlarını kurulamaya başladılar. Nesrinnuş kamerin kendi için serdiği şehrah-ı zerrine doğru bakarken zümrüdîn denizin bir erganun-ı bülbülatına benzeyen uğultusunu dinliyor ve anlıyor gibiydi.
Bu esnada kayaların kovuklarından, sazların aralarından, ellerindeki esdaf-i bahriyeden nefirleri öttüren birtakım küçük periler Nesrinnuş’a doğru uçuşmaya başladılar. Nesrinnuş doğruldu, mehtâba ellerini sallayarak ona bu gece için veda etti.
Nedimelerinin omuzlarına attıkları al bürümcüklere büründü. Bir sehab-ı fecr revnakında, bir sehab-ı fecr şeffafiyetindeki harmanisiyle vücud-ı ser-bülend ü şahlevendinin reng-i erguvanîsini katmerleştirerek yolunda eğilen güllere rağmen, nesimî bir rikkat ve bir hıram-ı delâl ü naz ile yürümeye başladı.
Şimdi güller, alkışa benzer fısıltılarıyla onu selamlıyorlar, minalar ayağını öpmek, sonra ezilmek, ölmek hevasıyla yoluna dökülüyorlardı. Bu yürüyüşe iki dakika devam etti. Bir kâşâne-i billurun kapısından girdiler. Mahtabın, zücâc duvarlara aksiyle, tahallül eden ziyası avludaki çağlayana inikas ettikçe turuncu, al, sarı bir fevvare-i nur, göz kamaştıran bir zemzeme-i ruh-nevaz ile cereyan ediyordu. Havzın kenarına yayılmış, üstüne limon, portakal, mandalina, turunç çiçeklerinden örtüler serpilmiş bir sofranın başına oturdular. Zebercetten oyulmuş tabaklarda muzlar, ananaslar, hurmalar, av etleri, balıklar getirmeye ve lâleden piyalelerle, râhlar, rahîkler, gül şerbetleri sunmaya başladılar.
Havzın diğer sahilinde râmişgerler, hanendeler bir halka oldular. Rübablar, mizmarlar, ber-battlar, şeş-tarlarla selsebillik cereyanını tanziren, Nesrinnuş’un ân ü hüsnüne âid neşideler okurlarken nedimelerin irad ettikleri şuh ve şâtır mülâtafaları arasında ısırılan meyvalardan, devrilen lâlelerden, boşalan tabaklardan, küçük bir meydan-ı harbe dönen sofra mecruhlar, maktullerle dolmuştu.
Rahîk-i lezizin verdiği neşe ile Nesrinnuş pür şetaret nedimelerinin kucaklarına yatmış, dudaklarını emerek meçhul uzaklardan bir şeyler umar, arar gibi enzârını temdîd ediyordu. Eniseleri her cür’ada malikelerinin ellerini öpmek, saçlarını koklamakla telezzüz-i dimağ eylerlerdi.
Ruhlar, buhar-ı neşeden köpürmeye başlamıştı ki rakkaseler emr olundu. Şimdi musikiye bir raks-ı periâne; bir raks-ı rakîk-i nurânî karıştı.
Pembezâr nimtenlere sarınmış yirmi, otuz kızın süzülüşler, gerilişler, girişmeler, kırışmalarla bir beyaz duman gibi dönerek kıvrılan, uçan tüllerin altından üstünden birer kelebek hafifliğiyle nim perendeleri… Elvanın, envarın inhilal ve ictima’ını takliden birbirlerine girişip ayrılmaları, sarılıp çekilmeleri, kalçaların mevzun ve muttarid temevvücatı, dönüşleri, eğilişleri, katmerleşmeleri; sarı, lepiska saçların birer bürkan-ı gül gibi dalgalana dalgalana feverânı musiki ile imtizaç ederek selis ve beliğ bir aheng-i mükesser hasıl ediyordu ki hangisi musiki, hangisi raks, kulaklar temyiz edemiyor. Musiki mi raksan, raks mı nağme-sâz, gözler anlayamıyordu.
Nesrinnuş bütün bu temevvücât-ı raks ü ahengi, nedimelerinden cûy-i revânın dizlerine yaslanmış mühimsemeyerek, eğlenemeyerek gözleri derin bir endişe-i manevi ağırlığıyla süzüp temaşa ediyordu.
Bu tantanât-ı ihtişam, onun ruh-ı nâimine bir katre-i hande-i sevda, ona her akşam gördüğünden başka bir şevk ve safa irae edemiyordu.
Bu gece kâşânesine girmek istemedi. Mehtabın, üryan vücuduna sarılmasını arzu etti. Nedimeleri ona rüzgârın güneşle, ırmakların söğütlerle, arıların papatyalarla muaşakalarına dair masallar söyler, neşideler okurken Nesrinnuş güvercin, serçe göğsü tüylerinden yapılmış bir sedirin üstüne uzandı. İksir-i esirî-i mehtabı, bâd-ı rakîki, yarı açık dudaklarıyla süze süze emiyordu ve eme eme gözleri süzülüyordu. Birden al örtüsünün yeninin iri katmerleri arasından bal renginde tombul bilekleri sıyrıldı, çıktı. Beyaz leylak renginde ellerini, sitarelerin ihtizazından nermin sarı saçlarının altından geçirdi. Koşan kamerin arkasından giden bulut kümelerini, süzgün gözleriyle takip ede ede kirpikleri kapandı. Kendinden geçti. Aheste aheste uyudu.
Şimdi sesler kesildi. Fısıltılar bitti. Ramişgerler sustu. Şelaleler sustu. Kuşlar sustu. Rüzgâr sustu. Etraftaki nedimeleri, bu hüsn-i mücerredi meftun ve müsahhar bir müddet vâlihâne temaşa ettikten sonra içlerini çekerek onlar da peygûlelerine çekildiler. Bu esnada beyaz kanatlı birtakım mini mini periler küme küme gelerek Nesrinnuş’un civarında uçuşmaya başladılar. Bunlar Nesrinnuş’un nigehbânları idiler.
Bir iki dakika sonra ağaçların arasından buruşmuş bir ihtiyar kadın nümâyân oldu. Elindeki uzun asasına dayanarak usulca Nesrinnuş’un yanına sokuldu. Vücudunu yarı örten al tülü açarak vücudunu inceden inceye tetkik etti. Ve yıpranmış çehresinde kabaran bir işmizâz-ı abûs ile izhâr-ı memnuniyet eder gibi derin bir “Oh!” çekerek geldiği gibi kayboldu.
Bu Nesrinnuş’un validesi idi. Pek ziyade kıskandığı kızını her akşam uyurken