Hârâ, ulu bir ağaç kütüğünü oymakla imâl ettiği sandala, bir gece mehtapta binmiş, yanına silah ve bir çok nevale alıp Cezire-i Hâristan’a veda etmiş, umman ile çarpışmaya çıkmıştı.
Ölüm, diyor, neden? Ve nasıl?.. Bütün gece sabaha kadar kâh kürek çekiyor ve kâh kütüğü cereyana bırakarak ilerliyordu. İnfilak-ı seherle beraber uykusuzluktan bî-tâb ve mahmur, iri gözlerini uzaktan görünen bir noktaya doğru nasb etti. Bir fezâ-yı hâb içinde kararan dil ü cânı bu arz-ı mev’ûdun rüyetiyle, bir taze hayat-ı münevver kesbetmiş; o sevinçle küreklere, akşama kadar yorulmak bilmeyen bir ibtila ile sarılmış ve gitmişti.
Gece yarısını geçmişti. Birdenbire Hârâ şimdiye kadar işitmediği, narin ve nermin bir bülbül sadası karşısında mestan-ı neşe kürekleri bıraktı. Durdu. Nagamât-ı bülbül ile revâyih-i gül, nefâyih-i rüzgârın şevkiyle, yukarı tepelerden sahile kadar inmişti.
Hârâ bu akşam, mehtabın istitarından etrafını göremediği hâlde bu fevkalâdeliği, bu rahat ruhu, bu safayı emmek ister gibi dudaklarını açmış, başını arkaya bırakmıştı. Yırtıcı hayvan girivlerine alışmış kulaklarını, bülbül sesleri öptükçe; dikenlerle yırtılan vücuduna, bu gül kokuları sarıldıkça irkiliyor, sinirleri bir takallüs-i iştiyak-ı mübhem ile geriliyordu. Hârâ o derece mestkâm ve dilşâd idi ki, bu geceki neşesinin ihlal olunması havf ve recası beyninde mütereddid sandalından çıkamıyordu.
Vaktâ ki sabah oldu. Gerdune-i gülgûne-i âfitâb, matla-ı ihtişamından ağır ağır ilerledikçe, makes-i taraveti olan, pembeli, yeşilli sahralar uyanmaya, parıldamaya başladı. Hârâ nereye geldiğinden, neler gördüğünden gafil, mütecessis ve mütehayyir gözlerini açmış bakınıyordu. Bu esnada ağaçların arkasından bir pembe bulut girdbâdı, bir kahkaha ve pür zemzeme Hârâ’nın bulunduğu tarafa doğru ilerlemeye başladı.
O zamana kadar korkmak nedir hissetmemiş olan genç şimdi helecandan titriyordu. Yayını gerdi. Her ihtimale karşı hazırlandı. Bu sarsar-ı reng ü sehâb döne; yuvarlana, yayıla Hârâ’nın bulunduğu kumluğa kadar geldi. Bulut sıyrılınca, kumların üstünde bir cism-i münevver kaldı; Hârâ, güneşler mi buraya inmiş, yoksa kendi mi göklere irtika etmiş, yeknazarda anlayamadı. Ne yaptığını düşünmeden sandalından çıkarak mutadı olan “Hay!” âvâzıyla yayına davrandığı esnada, ikâzkâr bir safir ile karşısından gelen bir ok Hârâ’yı yaraladı.
Nesrinnuş daima tezâyüd eden kasvet ve âlamını def için validesinden, adanın etrafında şikâr için müsaade almıştı. Bu sabah nedimelerini yolda bırakarak, mütenekkiren hem istihmam ve hem sayd için sahile kadar inmişti.
Nesrinnuş şimdi zahm-ı tîr-i cansûzuyla yaraladığı bu meçhul ava doğru koşarken, şikârın süratle ona yaklaştığını gördü. Ve tekrar okuna müracaata vakit kalmaksızın kendisini saydının ağuşunda buldu. Ve nazarları mahrumiyetin bütün ateş-rîz hararetiyle yekdiğerinde karıştı. Nesrinnuş için Hârâ bir şikâr, Hârâ için Nesrinnuş yırtıcı bir kuştu. Fakat neden ve nasıl oldu anlaşılmadan bunların nazarları yekdiğerinin gözlerinde kaynadı. İkisi de pür helecan idiler. Hârâ’nın feryadından Nesrinnuş ve Nesrinnuş’un ibtisamından Hârâ hemnev olduklarını anladılar. Nesrinnuş’un al bürümcükleri, Hârâ’nın geyik postu, mukabilinde buruştu. Üzüldüler, ayrılmak istediler ama gördüler ki birbirlerinin…
Hârâ omzundan sızarak, kumlar üstünde mütereddid bir yol bulup eğrile büğrüle akan kanlarına bakınca, elindeki silahını yere attı. Nesrinnuş da bir hayret-i mütezâyide ile okunu elinden düşürmüştü. Şimdi miyanede tekellüfsüz, merasimsiz bir insiyâk-ı serâir-engiz ile bir âmiziş-i nihanî peyda oldu. Nesrinnuş soruyordu: “Nedir? Nerelerden geldi? Niçin ve nasıl geldi?” Hârâ işaretler ile anlatıyordu: “Uzaklardan… Dikenlerden… Taşlardan…”
Genç avucunun içindeki elin yumuşaklığından, sıcaklığından, tekmil vücuduna sirâyet eden, bir hararet-i mahmume ile tâ umk-ı canından kopan bir irtiâş-ı müessirin, zebûnu olmuş ve akan kanlardan çehresine reng-i ibtilaya benzer bir donukluk çökmüştü.
Nesrinnuş yavaşça oku çıkardı. Sızan kanları tülleriyle sildi. Yarayı yıkadı. Gitti, yakındaki çamlardan sakız ve pelesenkler buldu. Bu devaları Hârâ’nın omzuna korken, iki nazar, iki ruh, iki emel-i mübhem yine karşılaştı. Bu defa ikisinin de yanan gözlerinde can-füruz birer kıvılcım parladı. Dalgalar kıyılara doğru nasıl koşar, güneş nasıl kâinata düşer, arılar nasıl çiçeklere konar, rüzgâr nasıl mevcudatı okşarsa bu iki bigâne-i ruh-âşinânın dudakları da yekdiğerine doğru aynı tabiilik, aynı sükûnetle usulca kavuşuverdi.
Bu safır-i mahrem-i buse, ebedî bir rehavet altında gevşeyen, durgun bir ömrün bâr-ı sakiniyle yorulan bu cezireye bir cereyan-ı intibah isâle etti. Bunların öpüşüşlerinden bütün kuşlar birden ötmeye başladı. Bütün goncalar birden güllendi. Bir gird-i aheng ü renk, bir zemzeme-i durâdur ile bu fezâ-yı nâimi çınlattı. Bu an-ı germ her ikisini de mugaşşî ve medhûş bırakmıştı. Hârâ’nın o zamana kadar hissedip de telezzüzle şadkâm olamadığı bu neşenin lezzet-ı şîrininden çeşmhâneleri büyümüş, kolları sarılmak istiyor gibi açılmıştı. Göğsü kabarıyor, gönlü uçacak bir kuş gibi çırpınıyordu.
Bu tahavvül-i nâgehânîden ürken Nesrinnuş, üryan bileğini yüzünden çektiği zaman, dudağının üstünde, busenin konduğu yerde bir gülün açıldığını hissedince, validesinin ihtar-ı tehdidkârını hatırladı. Her şey mahv olmuştu, şimdi ne yapacaktı?.. Bu hatayı validesine nasıl itiraf edecek ve bu yabancı ne olacaktı?.. Ve o zaman anladı ki onu öpen bir erkekti.. Bu büyük bir felâketti. Fakat bu büyük felâket, tatlı bir felâketti. Hârâ’ya bütün bunları anlatmak ve validesinin gazabından, geldiği yere gidip kurtulmasını söylemek istiyor, lakin bir türlü ifhâma muvaffak olamıyordu. Nesrinnuş ağlıyordu. Gözlerinden dökülen yaşlar, al yanaklarından birer inci olup kumların üstüne düşüyordu.
Hârâ bu ağlamadan bir şey anlamadı. Lezâiz-i sabıkanın dimağında bıraktığı çâşnî-i lahûtî-i şevk ü şegafla Nesrinnuş’u kucağına alıp o taşan ihtirasıyla yaşlı gözlerinden de öptü. Nesrinnuş, işin vahametini anlatamayınca Hârâ’yı pembe elleriyle itiyordu. Hârâ kendini iten elleri de yine aynı teklifsizlikle öpüyordu.
Artık Nesrinnuş bir havf-ı müskirin tesiriyle çırpınarak bu vahşi sevdanın füsunkâr ağuşundan kurtulmak isterken, uzaktan validesinin -o kızına bir erkek eli değmesini men eden validesinin- ayak seslerini duydu; bu tesadüfün şeametini anlayıp, eliyle Hârâ’ya sandalını göstererek çekilmesini ihtar etmek üzere gencin kolları arasında bayılıverdi… Bayılmak nedir, onu da henüz öğrenememiş olan Hârâ bu gayr-ı memul sükûnu bir nevi teslimiyet ve muvaffakiyete atf ile artık bilâ-intizam ve bilâ-insicâm saçlarının arasından ayaklarına kadar muttasıl öpüyor, öpüyor, öpüyordu…
Ve Hârâ’nın öptüğü yerde aynı süratle bir gül açılıyordu… Bir hâlde ki Hârâ’nın dudaklarının arasından boşanan şelâle-i buse ile açılan güllerden Nesrinnuş’un vücudunda açık ve çıplak bir nokta kalmamış, bir şeyden haberdâr olmayan validesi Hârâ’nın yanına geldiği zaman Nesrinnuş bir güldeste-i latif hâline gelmişti. O hâlde ki, Hârâ’nın kucağındaki demetin Nesrinnuş’un kendisi olduğunu validesi tanıyamadı.
İhtiyar kadın kaşlarını çatarak gence vürûdunun sebebini soruyordu. Hârâ anlamıyordu. Elindeki gül demetini gösteriyor, bütün kuvvetiyle demeti kavrıyordu.