Tiyatro türüne özellikle önem veren Namık Kemal, altı oyun yazmıştır. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistre yalnız ülke için değil, Avrupa’da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrilmiştir. Celaleddin Harzemşah, Namık Kemal’in en beğendiği yapıtı olarak bilinir. Bu eserde Namık Kemal, İslam birliği düşüncesini kapsamlı bir biçimde sergilemiştir. Namık Kemal’in ilk romanı olan İntibah, 1876’da yayımlanmıştır. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsal ve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de İntibah Türk romanında bir başlangıç sayılabilir.
Eserleri: Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Celaleddin Harzemşah, Kara Belâ, İntibah, Cezmi, Tahrib-i Harâbât, Takip, Renan Müdafaanamesi, İrfan Paşa’ya Mektup, Mukaddeme-i Celal, Devr-i İstila, Barika-i Zafer, Evrak-ı Perişan, Kanije, Silistre Muhasarası, Osmanlı Tarihi, Büyük İslam Tarihi.
1
Hicretin IX. yüzyılı ki (miladi XV. yüzyıl) son senelerinde (1495) Osmanoğulları’nın onuncu padişahı Kanuni Sultan Süleyman dünyaya gelmişti.
Birbirinden önemli birçok tarih olayını ve büyük keşifleri içine alan bu yüzyıl, insanlık tarihinde üstün bir çağdır. Güya ki kudret eli, ancak birkaç bin yılın içine sığabilecek olayları bir araya toplamış da, bir mucize daha göstermek için, yüz yıldan ibaret bir zaman içine sıkıştırmıştı.
Gerçekten doğuda Müslimoğlu Kuteybe’nin idamı, batıda Abdurrahman El-Fehri’nin bozguna uğraması üzerine, uzunluğuna Pirene Dağları’yla Gobi Çölleri, genişliğine Güney Okyanusu ile Kıpçak sınırları içinde kalan Müslümanlık diyarı ve İspanya’dan başka Avrupa’nın birçok tarafını kaplayan Hristiyanlık âlemlerinde, Me’mun ile Şarlman’ın ölümlerinden sonra Tavaif-i Mülk ve Haçlı savaşlarından başka, tarih bakımından önemli ve bahusus insanlıkla ilgili hemen hiçbir olay görülmemişti.
İnsanoğlunun düşünüş ve yaşayışında sürüp giden bu durgunluk ve sessizlik, XIII. yüzyılda yeni icatlarla sona erdi. Mesela, barutun savaşlarda kullanılmasına bu yüzyıl içinde başlandı. Orta Çağı kapatıp Yeni Çağı açan, Büyük Türk Hakanı Fatih Sultan Mehmet H. XV. yüzyılda, topçuluk sanatında yaptığı bazı değişiklikler ve yenilikler sayesinde topu, o zamana göre en mükemmel silah hâline getirdi. XVI. yüzyılda barut, tüfeklerde de kullanılmaya başlandı. Askerler, savaş alanlarında birer azap melaikesi gibi, ellerindeki bu yeni silahlarla etrafa ateş saçmaya başladılar.
XV. yüzyılın büyük devlet adamlarından Timur, otuz beş senelik ciddi bir çalışma ile, uzunluğuna İzmir Körfezi’nden Moğolistan’a ve genişliğine de Kıpçak sahalarının sonuna kadar uzanan yerler içinde, o zamanlar mevcut olan dört yüz milyona yakın Müslüman’ı bir hükûmetin bayrağı altında topladı; güneyde Mısır ve Yemen’de hutbesini okuttuğu gibi, kuzeyde de Moskova’ya ve Lehistan’ın ortalarına kadar bayrağını dalgalandırmaya muvaffak oldu. İskender’in fetihlerini âdeta gölgede bıraktı.
Fakat XVI. yüzyıldaydı ki, Yavuz Sultan Selim I. dünyayı bir padişah için az gördü. Sekiz seneden ibaret saltanatında Mısır ile bütün Arabistan’ı ve Doğu illerini bir merkeze bağladıktan başka, Mısır seferinde halifeliğin de Osmanoğulları’na geçmesini sağladı. İskender’in, Cengiz’in ve hatta Timur’un içini yakan cihangirlik fikrinin İslamlık kuvvetiyle gerçekleşmesi için gerekli ortamı hazırladı.
Kültürün yayılmasında ve insan kafasının aydınlatılmasında en büyük rolü oynayan matbaayı XV. yüzyılda Foster icat etmişti. Hâlbuki Fust ile Gutenberg, hiç de hakları olmadığı hâlde, matbaanın mucidi bilinmektedirler. Onlar, yine XV. yüzyılın ortalarına doğru, daha da geliştirerek, mesela evvelce kullanılan tahta kalıplar yerine harf kalıpları yaparak bundan faydalanmışlardır. Gutenberg, bu yoldaki çalışmalarını olumlu bir sonuca erdirebilmek için, önce “Fust”, sonra da “Schoeffer” ismindeki sermaye sahipleriyle iş ortaklığı yapmış, fakat aralarında sonradan anlaşmazlık çıktığı için Gutenberg hayli güçlüklerle karşılaşmıştır.
XVI. yüzyılda matbaacılık, Avrupa’nın hemen her tarafına yayılmış bir durumdaydı. Fakat ne yazık ki, İslam ülkelerinin bundan henüz haberi bile yoktu. XVIII. yüzyılda İstanbul’da bir Damat İbrahim Paşa, bir İbrahim Müteferrika yetişmeseydi, daha da haberi olmayacaktı.
Yine XV. yüzyıl içinde meşhur Kristof Kolomb, Nuh’un gemisinden karayı aramaya giden güvercin gibi, şiddetli itiraz tufanları arasından çıkarak, Amerika’yı keşfetti; böylece insanlık âlemine, yine bu âlem içinde, yepyeni ve bambaşka bir cihan eklemeye muvaffak oldu.
XVI. yüzyıl içinde de, Avrupalılar, Amerika’nın hemen her tarafına sokularak, o zamana kadar kayıplarda kalmış ve hiç işlenmemiş olan bu yeni dünyanın her çeşit faydalı hazinelerinden hisse almaya başladılar.
XVI. yüzyılın üstünlükleri sadece bunlardan da ibaret değildir. Yine bu yüzyıl içinde, Büyük Türk Hakanı ve Türk Orduları Başkomutanı Kanuni Sultan Süleyman I. şanlı bayrağımızı, şafaklar içinde doğmuş bir hilal gibi, Viyanalarda, Tebrizlerde, İspanya ve Hindistanlarda dolaştırarak, dünyanın doğusunda, batısında şanla, şerefle dalgalandırıyordu.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, Büyük Türk Amirali Barbaros Hayrettin, savaş gemilerinin top dumanlarını, rahmet bulutları gibi ufuklara yaymış, Akdeniz’i bir Türk gölü hâline getirmiş, savaş ganimeti olarak da koskoca bir memleketi1 Osmanlı topraklarına katmıştı.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, Kırım hanlarından Devlet Giray II., ikinci hücumunda Moskova taraflarına istila ateşleri saçarak, kuzeyin kar ve buz sahaları içinde, üç yüz sene sonra gelecek olan bir cihangire2 güya ibret dersi ve Prusyalı generale3 uyulacak, bir örnek gösterir gibi, insan yapısı bir yanardağ peyda etmişti.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, Babür Han, dedesinin dedesi olan ve fetihlerinin çokluğuna, yaygınlığına göre büyük cihangir sayılan Timurlenk’in birkaç yüz bin asker ve bin türlü sefer meşakkatleri ile zapt edebildiği Hindistan’ı, sadece on beş bin kişi ile, ordusu yüz binleri aşan bir devletin elinden çekip almış, orada dünyanın muhteşem bir hükümdarlığını, Türk-Moğol İmparatorluğu’nu kurmuştu.
Yine aynı yüzyıl içindeydi ki, Şîr Han Ferit, Afganlı bir askerin oğlu iken yaradılışındaki cihangirlik kuvvetiyle Hindistan’ın kuzeydoğusunda, kendine mahsus bir devlet kurarak Babür saltanatı gibi ortaya yeni çıkan ve her bakımdan kuvvetli olan bir devleti parçalanmak derecesine getirmişti, ömrü vefa etseydi, o da Yavuz Sultan Selim gibi bir cihangir olabilirdi.
Yine aynı yüzyıl içindeydi ki, Turan’da “Şeybaniye Devleti” hükümdarlarından bilhassa “Ubeydullah” devrinde Altınordu Devleti’nin “Berke Han”4 zamanındaki satvetini,