“Ben bilgiye hizmet ettim ve bilgiye hizmet edeceğim.” dedim somurtarak. Şakayı hiç sevmem ve şakadan anlamam da ama R-13’ün aptalca şaka yapma gibi bir huyu var.
“Bilgi de neymiş! Senin bu bilgin korkaklıktır. Her neyse, doğru. Sen sadece sonsuzluğu bir duvarla çevrelemek istiyorsun. Duvarın ardına bakmaya ise korkuyorsun. Evet! Bak ve kapa gözlerini. Evet!”
“Duvarlar, bütün insanlığın temelidir…” diye başladım.
R fıskiye gibi fışkırdı, O pembe pembe, yuvarlacık güldü. Elimi “Gülün gülün, bana hiç fark etmez!” dermişçesine geçiştirir gibi salladım. Bununla uğraşacak zamanım yoktu. Bana √–1 ’i yiyip bitirecek, boğacak bir şey lazımdı.
“Biliyor musunuz, bana gidip oturalım, problem çözelim.” diye öneride bulundum (Dünkü sakin zamanı hatırladım, belki bugün de öyle olurdu.).
O, R’ye bir göz attı, yuvarlacık bana döndü, yanakları hafiften biletlerimizin sevecen, heyecanlı rengini aldı.
“Ama bugün ben… Bugün benim ona biletim var.” dedi R’yi işaret ederek. “Akşam o meşgul, işte böyle…”
R’nin ıslak, parlak dudakları safça şapırdadı:
“Önemli değil, onunla bana yarım saat yeter. Öyle değil mi O? Senin problem çözme önerine gelince; ben pek gönüllü değilim. Bana gidip sadece oturalım.”
Kendi kendimle, daha doğrusu sadece tuhaf bir tesadüf sonucu numarası benim numaram D-503 olan yeni, yabancı kişiyle baş başa kalmak ürkütücü geliyordu. Ve R’ye gittim. Onun net, düzenli biri olmadığı ve ayrıca komik, dar bir mantığa sahip olduğu doğru ama her şeye rağmen biz dostuz. Biz üç yıl önce tatlı, pembecik O’yu boşuna seçmedik. Bu seçim bizi okul yıllarımızdan daha kuvvetli bir şekilde birbirimize bağladı.
R’nin odasındaydık. Sanki her şey benim odamdakilerin tam olarak aynısıydı. Cetvel, camdan koltuklar, masa, dolap ve yatak… Ancak girer girmez R koltuklardan birini itti, açısal olarak diğeri de yerinden oynadı, her şey belirlenmiş boyutun dışına çıktı ve Öklid bağıntısına uymayan bir hâl aldı. R hep aynıdır, hep aynı. Taylor ve matematik konusunda her zaman sınıfın en kötü öğrencisiydi.
Yaşlı Plyapa’yı andık; onun cam bacaklarına küçük teşekkür notları yapıştırırdık (Plyapa’yı çok severdik.) Yasa öğreticiyi5 yâd ettik. Yasa öğreticimizin sesi olağanüstü derecede gürdü. O konuşurken sanki hoparlörden rüzgâr eserdi. Biz çocuklar ise onun ardından tüm gücümüzle bağırarak metinleri tekrar ederdik. Atılgan bir çocuk olan R-13 bir gün yasa öğreticinin megafonuna çiğnenmiş kâğıt tıkıştırdı. Böylece metni okudukça çiğnenmiş kâğıtlar kurşun gibi etrafa sıçradı. R tabii ki yaptığı yaramazlık yüzünden fena hâlde cezalandırıldı. Ancak şimdi biz, tüm üçgenimiz -kabul ediyorum ben de- buna kahkahalarla gülüyoruz.
“Peki ya o da eskilerin öğretmenleri gibi canlı olsaydı?” dedi R. İşte “c” harfi; kalın, şapırdayan dudaklarından fıskiye gibi püskürdü.
Güneş tavandan ve duvarlardan sızıyor, iki yandan, yukarıdan ve aşağından yansıyordu. O, R-13’ün dizlerindeydi, güneşin minik damlaları mavi gözlerine vurmuştu. Ben de her nasılsa ferahladım, biraz daha düzeldim, √–1 uzaklaştı, kafamı karıştırmadı.
“Ee, senin İNTEGRAL ne âlemde? Başka gezegenlerin sakinlerini aydınlatmak için yakında uçuyoruz, değil mi? Hadi, acele et! Yoksa biz şairler, sana ve senin İNTEGRAL’ine öyle gelişigüzel yazılar yazacağız ki, uzaya yükseltemeyeceksin. Her gün 08.00’den 11.00’e kadar…” R kafasını salladı, ensesini kaşıdı. Ensesi âdeta dört köşeliydi, arkasından bakınca sanki kafasına bir valiz bağlanmış gibiydi (Eski “At Arabasında” adlı tabloyu anımsatıyordu.).
Kendime geldim:
“Sen de mi İNTEGRAL hakkında yazıyorsun? Söyle, neyinden bahsediyorsun? Mesela bugün ne yazdın?”
“Bugün hiçbir konu hakkında yazmadım. Başka bir şeyle meşguldüm…” K direkt bana fışkırdı.
“Ne ile?”
R yüzünü buruşturdu:
“Bir şeyle işte! Neyse, sorun yoksa, hükümle uğraştım. Bir hükmü şiirselleştirdim. Bizim şairlerimizden bir aptal… Bir de hiçbir şey yokmuş gibi iki yıl boyunca yanımda oturdu… Ve birden al işte sana: ‘Ben, dâhiyim, dâhi; yasadan daha üstünüm.’ diye pot kırdı… Neyse, ne yapalım!”
Kalın dudakları sarktı, gözlerindeki parlaklık söndü. Ayağa fırladı; döndü, duvarın ardında bir yere gözünü dikti. Sıkı sıkı kapatılmış valizini izledim ve “Şimdi valizinin içinden ne seçecek?” diye düşündüm.
Rahatsız, asimetrik bir sessizlik dakikası oldu. Ne olduğunu anlayamadım ama bir şey olmuştu.
Mahsus yüksek bir sesle “Ne mutlu, Nuh zamanından kalma her türlü Shakespearelerin ve Dostoyevskilerin zamanı geçti.” dedim.
R yüzünü bana döndü. Sözcükler önceden olduğu gibi ağzından fışkırdılar, püskürdüler ama bana gözlerinin neşeli ışıltısı artık yokmuş gibi geldi.
“Evet, sevgili matematikçi ne mutlu, ne mutlu, ne mutlu! Biz en mutlu aritmetik ortalamayız… Siz matematikçilerin dediği gibi; sıfırın sonsuzluğa; aptallığın Shakespeare’e olan integralini almak! İşte böyle…”
Neden bilmiyorum, sanki bir şey bana tamamen yersiz bir şekilde onun sesini hatırlattı. Âdeta onun ve R’nin arasında uzayan ince bir bağ var gibiydi (Nasıl olur?). √–1 tekrar kafamı karıştırmaya başladı. Rozetimi açtım: 17.00’ye 25 vardı. Pembe biletlerine 45 dakika kalmıştı.
“Gitme zamanı…” dedim ve O’yu öptüm, R’nin elini sıktım. Asansöre yöneldim.
Bulvarda, karşıdan karşıya geçerken etrafa baktım. Cam kütlesinin, aydınlık, güneş boğulmuş kimi yerlerinde gri-mavi, perdeleri indirilmiş hücreler vardı; düzenli Taylor mutluluğunun hücreleri… Gözlerimle R-13’ün 7. kattaki hücresini buldum. R perdeleri çoktan indirmişti.
Sevgili O… Sevgili R… Onda da (Neden -da bilmiyorum ama nasıl gerekiyorsa öyle yazmama izin verin.) onda da anlayamadığım bir şey vardı. Her şeye rağmen ben, R ve O bir üçgeniz, eşkenar olmasak da yine de bir üçgeniz. Eğer atalarımızın diliyle söyleyecek olursak (Benim meçhul okurlarım, bu dil belki size daha anlaşılır gelebilir.) biz bir aileyiz. Ve bazen böyle kısa da olsa basit, sağlam bir üçgeninin içinde kendini her şeye kapatıp dinlenmek iyi geliyor.
9. KAYIT
Aydınlık bir tören günü… Böyle bir günde kendi zaaflarını, yanlışlarını, hastalıklarını unutuyorsun ve her şey yeni camımız gibi kristal, sarsılmaz ve ebedî bir hâl alıyor…
Küp Meydanı. Altmış altı adet güçlü, eş merkezli halka: Tribünler. Ve altmış altı adet sıra: Gökyüzünün veya belki de Tek Devlet’in ışıltılarını yansıtan yüzlerin sessiz lambaları olan gözler. Kadınların kan kırmızı çiçekler gibi al renkte dudakları. Etkinlik alanına yakın, ilk sıralarda oturan çocuk yüzlerinin tatlı, ışıl ışıl parıltıları… Derin, sert ve Gotik bir sessizlik…
Bize kadar ulaşan tasvirleri göz önünde bulundurursak