Bunun dışında, benim de başıma bir olay geldi. Doğru, bu Kişisel Saat içerisinde, yani umulmadık olaylar için özel olarak ayrılmış zaman içerisinde oldu ama hâlâ…
Saat 16.00 civarı (tam olarak on altıya on kala) evdeydim. Birden telefon çaldı.
“D-503?” dedi bir kadın sesi.
“Evet.”
“Müsait misiniz?”
“Evet.”
“Ben I-330. Şimdi hemencecik size uğrayacağım ve Eski Ev’e gideceğiz. Anlaştık mı?”
I-330… Bu I benim asabımı bozuyor, itiyor ve neredeyse korkutuyor. Ama özellikle bu yüzden ona “evet” dedim.
5 dakika sonra aerodaydık. Gökyüzünün mavi mayıs mayolikası ve kendi altın aerosu içinde ne bizi geçerek ne de gerimizde kalarak arkamızdan uğuldayan hafif Güneş. Ancak ileride tuhaf, yaşlı Cupid’in yanakları gibi şişkin bir bulut leke gibi ağarıyor ve bir şekilde beni rahatsız ediyor. Ön pencere açık. Rüzgâr dudakları kurutuyor bu yüzden ister istemez dudaklarını sürekli yalıyor ve sürekli onları düşünüyorsun.
İşte bulanık yeşil lekeler görünür şekilde duvarın arkasında ortaya çıkmaya başladılar. Ardından hafif, istem dışı bir kalp durması, aşağı, sarp bir dağdan iner gibi daha da aşağı ve işte Eski Evde’yiz. Bu tuhaf, kırılgan, silik yapının tüm çevresi cam bir tabakayla kaplanmış. Aksi hâlde, şüphesiz çoktan çökmüş olurdu. Cam kapının yanında her yeri, özellikle de ağzı buruş buruş olmuş yaşlı bir kadın oturuyor. Kadın; kırışık, buruş buruş, dudakları çoktan içine çökmüş. Ağzı sanki kapanmış gibi ve konuşabileceğine inanmak mümkün değil. Ama yine de konuştu:
“Hayırdır canlarım, küçük evime mi bakmaya geldiniz?” Ve kırışıklıkları ışıldadı. (Herhâlde renkli ışın şeklinde ortaya çıktılar ve bu da “ışıldama” etkisi yarattı.)
“Evet, nine. Tekrar canımız istedi.” dedi I.
Kırışıklıkları ışıldadı:
“Ne Güneş ama? Ne, ne? Seni gidi afacan seni! Biliyor-um, biliyorum! Neyse, tamam, siz gidin, ben burada, güneşte dursam daha iyi.”
Hmm… Sanırım yol arkadaşım buraya çok sık gelen bir misafir. Üstümü şöyle bir silkelemek istedim ama galiba yine pürüzsüz mavi mayolika üzerindeki bulutun sırnaşık görüntüsü buna engel oluyor.
Geniş, karanlık merdivenden yukarı çıkarken I:
“Onu seviyorum, o yaşlı kadını.” dedi.
“Niçin?”
“Bilmiyorum, ağzı yüzünden olabilir. Veya hiçbir sebep yokken. Öylesine seviyorum.”
Omuzlarımı silktim. Biraz gülümseyerek veya belki de hiç gülümsemeyerek devam etti:
“Kendimi suçlu hissediyorum. “Öylesine bir sevginin var olmaması gerektiği, sebebi belli bir sevginin var olması gerektiği açık. Normali böyle olmalı.”
“Açık.” diye başladım. Bu kelimeyi söylerken kendimi durdurdum ve I’ya kaçamak bir bakış attım: Fark etti mi yoksa etmedi mi?
Aşağıda bir yerlere bakıyordu; gözleri inikti, perdeler gibi.
Hatırladım: Akşam 22 civarı, bulvardan geçerken parlak ışıkların, şeffaf hücrelerin arasında; kapalı perdelerin arkasında bir karanlık vardı. I’nın kapalı perdelerinin arkasında ne vardı? Bugün beni neden aradı ve tüm bunlar ne içindi?
Ağır, gıcırtılı, şeffaf olmayan kapıyı açtım. Karanlık, düzensiz binaya girdik. Yine o tuhaf “kral” denilen müzik aleti ve o zamanların müziği gibi yabani, düzenlenmemiş, delice renk ve desen cümbüşü. Yukarıda beyaz bir düzlük, koyu mavi duvarlar; eski kitapların kırmızı, yeşil, turuncu ciltleri, bronz sarı şamdanlar, Buda heykeli, epilepsinin berbat ettiği, hiçbir denklemin hattına oturtulamamış mobilyalar…
Bu kaosa zorlukla katlanabildim. Ancak görünüşe göre yol arkadaşımın daha sağlam bir bünyesi vardı.
“Bu, benim en sevdiğim…”dedi ve birden sanki her şeyin farkına varmış gibi ısırık şeklinde gülücük, beyaz keskin dişler belirdi: “Daha doğrusu, bütün dairelerin içinden en tuhaf olanı.”
“Ya da daha doğrusu; devletlerin içinden.” diye düzelttim. “Binlerce mikroskobik, ebediyen savaşan devletlerin içinden. Öylesine merhametsiz…”
“Evet, açık.” dedi çok ciddi bir şekilde I.
Küçük, çocuk yataklarının olduğu birkaç oda boyunca ilerledik (O çağda çocuklar da özel mülkiyetti.). Ve yine odalar, parıltılı aynalar, çirkin dolaplar, katlanılamayacak alacalı divanlar, devasa bir şömine, kırmızı ağaçtan yapılmış büyük yatak. Bizim şimdiki mükemmel, şeffaf, ebedî camımız; burada sadece acınası, kırılgan kareler yani sadece pencereler şeklindeydi.
“Bir düşünün ki burada “öylesine sevmişler”, yanmışlar, ıstırap çekmişler…” (Gözlerinin perdeleri tekrar indi.) “İnsan enerjisinin ne tuhaf ne hesapsız sarfı doğru değil mi?”
Benim içimdenmiş gibi benim düşüncelerimi söyledi. Ama gülümsemesinde hep o sinir bozucu X vardı. Orada, perdelerinin arkasında, bilmediğim, beni çileden çıkaran bir durum vardı. Onunla tartışmak, ona bağırmak (özellikle bağırmak) istiyordum ama uzlaşmak gerekiyordu, uzlaşmamak yasaktı.
Aynanın önünde durduk. O an sadece gözlerini görüyordum. Kafamda bir fikir doğdu: İnsan bu yabani, saçma daireler gibi yapılandırılmıştır; insan aklı şeffaf değildir ve içinde sadece “göz” denilen minik pencereleri vardır. Düşüncelerimi sezmiş gibi döndü: “İşte benim gözlerim?” demiş gibiydi. (Bunu tabii ki konuşmadan yaptı.)
Şimdi önümde kapkaranlık iki pencere ve içlerinde öylesine belirsiz, yabancı hayatlar vardı. Sadece şöminesinin içinde alev alev yanan ateşi ve bir şeylere benzeyen figürleri görüyordum.
Bu tabii ki doğaldır: Onun gözlerinde kendi yansımamı gördüm. Ama doğal olmayan bana benzemiyor olmasıydı. (Bunun iç karartıcı ortamın etkisi olduğu açıktı.) Kendimi yakalanmış ve bu yabani hücreye hapsedilmiş, eski yaşamın yabani kasırgasına kapılmış hissettim.
“Biliyor musunuz?” dedi I: “Bir dakikalığına yan odaya geçin.” Sesi içinde bir yerlerden, şöminenin alev alev yandığı karanlık pencere gözlerinden geliyordu.
Odadan çıktım, oturdum. Duvardaki rafın üzerimde duran eski şairlerden birinin (Sanırım Puşkin’di.) kalkık burunlu, asimetrik fizyonomisi resmen doğrudan yüzüme gülümsüyordu. Neden böyle oturuyorum, neden bu gülümsemeye itaatkâr biçimde katlanıyorum, tüm bunlar neden? Neden buradayım? Neden bu saçma durumdayım? Bu sinir bozucu, itici kadın; tuhaf oyun…
Yan odada dolabın kapısı tıklatıldı, ipek astar hışırdadı, oraya gitmemek için kendimi çok zor tuttum ve ona tam olarak hatırlayamadığım çok sert sözler söylemek istedim.
Ama o çoktan çıkmıştı. Kısa, açık sarı eski bir elbise, siyah bir şapka ve