İnsanların henüz özgür bir şekilde, yani organize edilmeden, ilkel durumda yaşadıkları zamanlar hakkında inanılmayacak kadar çok şey okumak ve duymak zorunda kaldım. Ama bana her zaman en inanılmaz gelen şu olmuştur: O zaman, her ne kadar ilkel bile olsa, egemen devlet, insanların bizim Cetvel’imize benzeyen önemli bir olgudan, zorunlu yürüyüşlerden ve düzenli yemek zamanlarından yoksun olarak kafalarına nasıl eserse öyle yatıp kalkmalarına nasıl izin vermiş? Hatta bazı tarihçiler, o zamanlar bütün gece boyunca sokak lambalarının yandığını ve sokaklarda gezildiğini söylüyor.
İşte buna hiç anlam veremiyorum. O insanların, her ne kadar akılları kıt bile olsa, bir şekilde bu hayat tarzının kendilerini yavaşça, günden güne yok eden cinsten toplu bir ölüm şekli olduğunu anlamaları gerekirdi. Devlet (veya insanlık) birini öldürmeyi yasaklamış ama yarım milyonu öldürmeyi yasaklamamış. Birini öldürmek, bir insanın ömrünü 50 yıla indirmek suç ama tüm insanlığın ömrünü 50 milyon yıla indirmek suç değil. Bu sahiden komik değil mi? Bizim on yaşındaki numaralarımızdan herhangi biri bu matematiksel ahlak problemini yarım dakikada çözebilir. Ancak onların bütün Kant’ları birleşip bunu çözememişler (Çünkü Kantlardan hiçbiri çıkarma, toplama, bölme ve çarpmaya dayanan bilimsel etik sistemi kurmayı akıl edememiş.).
Peki, devletin (Bir de kendisini devlet olarak adlandırma cesareti göstermiş!) cinsel yaşamı kontrol dışı bırakması tuhaf değil mi sahiden? Kim, ne zaman, ne kadar isterse… Kesinlikle bilimsel değil, vahşi hayvanlar gibi. Ve vahşi hayvanlar gibi rastgele çocuk doğurmuşlar. Bahçe tarımını, tavukçuluğu, balıkçılığı (Tüm bunları bildiklerine dair kesin verilere sahibiz.) bilip de bu mantık merdiveninin son basamağı olan “çocuk yetiştiriciliğine” ulaşamamak, bizim Annelik ve Babalık Standartları’mızı akıl edememek, komik değil mi?
O kadar komik, o kadar gerçek dışı ki bunları yazarken siz meçhul okurların beni kötü bir şakacı sanmanızdan korkuyorum. Bir düşünsenize, ben sadece sizinle alay etmek istiyormuşum ama bu saçmalığı böyle ciddi bir şekilde anlatıyormuşum…
Ancak birincisi, ben şaka konusunda yetenekli değilimdir; her şaka örtük bir işlev olarak bir yalan içerir. İkincisi, Tek Devlet Bilimi ilkellerin yaşamının tam da böyle olduğunu söylüyor ve Tek Devlet Bilimi yanılamaz. İnsanların özgürlük hâlinde, vahşi hayvanlar, maymunlar, sürüler gibi yaşadığı o zamanlar devlet mantığı olsaydı bir yerlerden çıkardı. Bizim zamanımızda bile hâlâ derinlerden bir yerden, karmaşık derinliklerden nadiren de olsa vahşi sürü yankıları duyuluyorsa onlardan ne beklenebilir ki?
Ne mutlu ki sadece nadiren duyuluyor. Ne mutlu ki bunlar bütün makinenin muhteşem ve ebedî işleyişi durdurulmadan kolayca tamir edilebilen basit arızalar. için Hayırsever’in usta ve ağır ellerine, Koruyucuların deneyimli gözlerine sahibiz; böylece eğilen cıvatayı sökülüp atabiliyoruz.
Bu arada şimdi hatırladım: Dünkü S gibi ikiye bükülmüş Numara’yı Korucular Bürosu’ndan çıkarken gördüğümü sanıyorum. S’ye benzeyen erkek numaraya karşı içgüdüsel saygı hissimin ve O garip I’nın yanındayken sıkılganlığımın nereden kaynaklandığını şimdi anlıyorum… İtiraf etmeliyim ki, bu I…
Uyku zamanı: 22.30. Yarın görüşürüz.
4. KAYIT
Şimdiye kadar hayattaki her şey benim için açıktı. (Bendeki “açık” kelimesine olan tutku boşuna olmasa gerek.) Bugün ise… Anlamıyorum…
Birincisi: O kadının bana söylediği gibi 112 numaralı konferans salonunda gerçekten görev aldım. Bunun olasılığı 1500:10.000.000=3:20.000 olmasına rağmen (1500, salonların sayısı; 10.000.000, numaraların sayısı). İkincisi ise… Neyse, sırayla gitmek daha iyi olacak.
Konferans salonu: Devasa, boydan boya güneş ışığı içinde, camdan bir yarım küre. Asilce, pürüzsüz bir şekilde tıraş edilmiş kafaların oluşturduğu dairesel dizinler… Hafif bir yürek çarpıntısıyla etrafı süzdüm. Sanırım, bir yerlerde, O’nun orak şeklindeki tatlı pembe dudaklarının üniflerinin mavi dalgalarının üstünden parlayıp parlamadığını arıyordum. İşte alışılmadık beyazlıkta ve keskin dişler… Şeye benziyor… Hayır, hayır, o değil. Bugün saat 21.00’de O bana gelecek, bu yüzden onu burada görmeyi dilemem tamamen doğaldır.
İşte zil çaldı. Kalktık, Tek Devlet Marşı’nı okuduk. Sahnede altın rengi hoparlörüyle ve nüktedanlığıyla fonolektör duruyordu:
“Saygıdeğer Numaralar! Yakın bir zamanda arkeologlar XX. yüzyıla ait bir kitap buldular. Kitabın yazarı, eserinde ironik bir şekilde yabaniliği ve barometreyi anlatmış. Yabani, barometrenin ‘yağmur’u her gösterişinde gerçekten de yağmur yağdığını fark etmiş. Ve yabaninin canı yağmur yağmasını istediğinde gösterge ‘yağmur’un üstüne gelsin diye barometrenin içinden yeteri kadar cıva çıkarmanın yolunu buluyor (ekranda çömelmiş cıvayla uğraşan tüylü bir yabani ve gülüşmeler). Gülüyorsunuz ancak sizce de o devrin Avrupalısı kendisine gülünmeyi daha çok hak etmiyor mu? Aynı bu yabani gibi Avrupalı da ‘yağmuru’ istedi; ama büyük harflerle yağmuru, cebirsel yağmuru. Ancak o, ıslanmış bir tavuk gibi barometrenin önünde, öylece durdu. Yabaninin en azından cesareti, enerjisi ve ilkel de olsa mantığı vardı: O, sebep sonuç ilişkisini kurmayı başarabildi. Cıvayı boşaltıp bu yüce yolda ilk adımı atmayı başardı, bu yol ki…”
Bu arada (Tekrar ediyorum, hiçbir şeyi saklamadan yazıyorum.) ben bir süre için hoparlörden gelen canlandırıcı su akımının karşısında su geçirmez bir kâğıt gibi kalmıştım. Bir anda buraya boşuna gelmişim gibi hissettim (Neden “boşuna” olsun ki? Nasıl gelmeyebilirdim? Zaten görev verilmişti.). Her şey gözüme içi boş bir kabuk gibi göründü. Fonolektör asıl konuya; müziğimize, matematiksel kompozisyona (matematik: sebep, müzik: sonuç) yakın bir zamanda icat edilen müzikmetrenin tarifine geçtiğinde dikkatimi zar zor toparlayabildim.
“… Sadece bu kolu çevirerek, içinizden herhangi biri saatte üç sonat üretebilir. Atalarımız bunu yapmak için çok zorlanırlardı. Kendilerini ancak epilepsinin bilinmedik bir türü olan ‘ilham’ krizine soktukları zaman üretebilirlerdi. İşte size, onlarda bu olayın meydana gelişini gösteren eğlenceli bir örnek, Skriyabin’in müziği, yirminci yüzyıl. Bu siyah kutu (Sahnenin perdesi açıldı ve ortaya onlara ait çok eski bir alet çıktı.), ‘piyano’ veya ‘kral’3 olarak adlandırdıkları bu kutu kanıtlamaktadır ki atalarımızın müzikleri ne kadar…”
Cümlenin sonunu yine hatırlamıyorum, şundan dolayı olabilir… Neyse, doğrudan söyleyeyim: Çünkü I-330 ‘piyano’ kutusunun yanına geldi. Sanırım onun bir anda sahneye çıkışına bayağı şaşırdım.
Üzerinde eski çağdan kalma büyüleyici bir kostüm vardı: Vücudunu sımsıkı saran; açık omuzlarının ve göğsünün beyazlığını, nefesiyle dalgalanan sıcak gölgeyi ortaya çıkaran siyah bir elbise…