İşte saat 20.45 oldu. Beyaz bir gece. Her şey yeşilimsi bir camdan gibi. Ama bu değişik, kırılgan bir cam, bizim camımız değil, gerçek cam değil. Bu ince, cam bir kabuk ve kabuğun altında bir şey dönüyor, yayılıyor, vızıldıyor… Ve eğer şimdi konferans salonlarının kubbeleri sisler içinde havaya yükselip kaybolsa, yaşlı ay bugün sabah masanın arkasında kadın gibi mürekkep bir gülücük atarsa, bütün evlerin perdeleri bir anda iner, perdelerin ardında… Hiç şaşırmam.
Tuhaf bir his: Kaburgalarımı hissediyordum; sanki demir çubuklar gibi kalbimi sıkıştırıyorlardı ancak ona yer bırakmıyorlardı, çok sıkışıktılar. Altın sayılarla yazılmış I-330 yazısının asılı olduğu cam kapının önünde durdum. I’nın sırtı dönüktü, masada bir şeyler yazıyordu. İçeri girdim…
“İşte…” dedim ve ona pembe bileti uzattım. “Bugün ihbarnameyi aldım ve şimdi buradayım.”
“Ne kadar dakiksiniz! Bir dakika bekler misiniz? Oturun, şimdi bitiyorum.”
Gözlerini tekrar mektuba indirdi. Onun kapalı perdelerinin ardında ne vardı? Ne diyecekti, bir saniye sonra ne yapacaktı? O her şeyiyle oradan, vahşi, antik düşler ülkesinden geliyorken bunu bilmek, hesaplamak ne mümkündü?
Hiç konuşmadan onu izledim. Kaburgalarım demir çubuklar gibi, nefes alamıyordum… I konuşurken yüzü hızla dönen, ışıldayan bir çark gibi oluyordu. Hızından çarkın dişleri ayırt edilemiyordu. Ancak çark şimdi hareketsizdi. Ve ben acayip bir terkip fark ettim: Şakaklarına doğru kalkık, uzun, koyu kaşları ve burnundan ağzının kenarlarına doğru inen iki kırışıklık tepe noktaları yukarıya dönük alaycı, keskin iki ayrı üçgen oluşturuyor. Bu iki üçgen bir şekilde birbirlerine ters düşüyor; bütün yüzü o hoş olmayan, haç gibi sinir bozucu X ile damgalıyor gibiydi.
Çark dönmeye başladı, dişler birbirine karıştı…
“Tabii Koruyucular Bürosu’na gitmediniz değil mi?”
“Gitmedim… Yapamadım, hastaydım.”
“Anladım. Ben de öyle düşünmüştüm. Ne olduğu hiç önemli değil, herhangi bir durumun seni engellemesi gerekecekti.” Keskin dişleriyle gülümsedi. “Ancak işte şimdi benim elimdesiniz. Hatırlarsınız: 48 saat içinde Büro’ya haber vermeyen her Numara…”
Kalbim öyle atıyordu ki sanki demir çubuklar eğilmişti. Çocuk gibi, aptal bir çocuk gibi yakalanmıştım, aptalca sustum. Kapana kısılmış gibi bir duyguya kapıldım. Elimin ayağımın birbirine dolandığını hissettim.
Ayağa kalktı, tembel tembel gerindi. Düğmeye bastı ve tüm perdeler hafif bir çatırtıyla indiler. Dünyayla bağlantım kesilmişti; onunla baş başaydım.
I arkamda bir yerlerde, dolabın yanındaydı. Ünifi hışırdadı, yere düştü; kulak kesildim; her şeyimle kulak kesildim. Hatırladım… Hayır! Sadece saniyenin yüzde birinde zihnimde bir şey parladı…
Yakın bir zamanda yeni tür bir sokak membranının eğriliğini hesaplamam gerekmişti (Bu membranlar şimdi zarif bir şekilde gizlenerek her caddeye yerleştirildiler, gerçekleşen günlük konuşmaları Koruyucular Bürosu için kaydediyorlar.). Ve hatırladım: İçbükey, pembe titreşen bir zar; tuhaf bir varlık, tek bir organdan, kulaktan oluşmuş. Ben şimdi aynı o membran gibiyim.
İşte şimdi de göğsünün üstünde, yakasından bir düğme açıldı, daha aşağı indi. Cam gibi ipek kumaş omuzlarında, dizlerinde hışırdadı ve yere düştü. Mavimsi gri ipekten önce bir ayağının, sonra diğer ayağının kurtulduğunu görmekten daha çok duyuyorum.
Sıkıca gerilmiş membran titriyor ve sessizliği kaydediyor. Hayır, sert çekiçler sonu gelmeyen aralıklarla demir çubuklarıma darbeler indiriyor. Ve duyuyorum, görüyorum: Arkamda, bir saniyeliğine düşünüyor.
İşte dolabın kapakları, kapaklardan biri vuruldu ve yine ipek, ipek…
“Evet, şimdi.”
Döndüm. İnce, safran sarısı, eski tarz bir elbise giymişti. Bu hiçbir şey giymemesinden bin kat daha kötüydü. İnce kumaşın içinden iki sivri nokta küllerin ortasında pembe köz gibi yanan iki kömüre benziyordu. İki yumuşak hatlı, yuvarlak diz…
Alçak bir koltukta oturuyordu. Önünde duran dört köşeli sehpanın üzerinde zehir yeşili içecekle dolu bir şişe ve iki tane ayaklı küçük kadeh duruyordu. Ağzının kenarında tüp gibi ince kâğıda sarılmış, eskilerin içtiği tütün tütüyordu (Bu borunun adı neydi, şimdi hatırlayamıyorum.).
Membran daha fazla titredi. İçimdeki çekiç kızmış demirlere iyice kızarıncaya kadar vuruyordu. Her darbesini net bir şekilde duyuyordum… Yoksa o da mı duydu?
Ama o sakin sakin tüttürüyor, sakin sakin bana bakıyor ve külü özensizce pembe biletimin üzerine silkeliyordu.
Elimden geldiğince soğukkanlılıkla sordum:
“Dinleyin, madem öyle neden benim üzerime yazıldınız? Neden beni buraya gelmek zorunda bıraktınız?”
Hiç duymuyormuş gibiydi. Kadehi şişeden doldurdu ve bir yudum aldı:
“Muhteşem bir likör. İster misiniz?”
O an anladım: Alkol. Dün yaşananlar zihnimde bir yıldırım gibi çaktı: Hayırsever’in taş eli, dayanılmaz ışın kılıcı ve Küp’te, kafası geriye düşmüş, kolları ayrılmış bir beden. Ürperdim.
“Dinleyin.” dedim. “Sizin de bildiğiniz gibi, kendilerini nikotinle ve özellikle alkolle zehirleyen herkesi Tek Devlet amansızca…”
Şakaklarına doğru uzanan koyu kaşları hareket etti ve alaycı, keskin üçgen göründü:
“Birçok kişinin kendilerini mahvetmesine ve yozlaşmasına imkân tanımaktan daha mantıklı olan, birkaç kişiyi hızlıca ortadan kaldırmaktır, gibi gibi… Sonuna kadar doğru.”
“Evet, sonuna kadar.”
“Evet, bunun gibi çıplak, kel gerçekler grubunu salın sokağa… Hayır, hayal edin… Hiç değilse benim değişmez hayranımın -onun kim olduğunu siz de biliyorsunuz- üzerinden yalan elbisesini çıkarıp attığını ve halkın arasında gerçek görüntüsüyle kaldığını hayal edin… Oh!”
I güldü. Ancak ben yüzünün aşağısında, ağzının kenarlarından burnuna kadar uzayan iki kırışıklığın oluşturduğu kederli üçgeni açıkça gördüm. Neden bilmiyorum bu iki kırışıklık sayesinde ikiye bükülmüş, hafif kambur, kepçe kulaklı adamı I’yı kucakladığını anladım. Şimdi olduğu gibi…
Her neyse, ben o zamanki anormal hislerimi aktarmaya çalışıyorum. Şimdi bunları yazarken her şeyin olması gerektiği gibi yaşandığının son derece bilincindeyim. O adamın da her şerefli Numara gibi mutlu olmaya hakkı bulunduğunun, eğer böyle olmasaydı bunun adaletsizlik olacağının… Evet bu ortada.
I oldukça garip ve uzun bir şekilde güldü. Ardından dikkatli dikkatli baktı, bakışları bana nüfuz etti:
“En önemli olan ise sizinleyken son derece huzurluyum. Öyle tatlısınız ki sizin Büro’ya gidip benim likör içtiğimi ve tütün kullandığımı bildirmeyeceğinizden eminim. Ya hasta olacaksınız ya meşgul olacaksınız veya başka bir şey olacak. Ama daha da emin olduğum şudur ki şimdi benimle birlikte bu büyüleyici zehri içeceksiniz.”
Ne küstah ne alaycı bir ses tonuydu. Şimdi ondan tekrar nefret etmeye başladığımı çok net bir şekilde hissediyordum. Neden