Kardeş! Sen temiz ol, kimseden korkma. Çırpıcılar kirli olan elbiseyi taşa çarparlar.
Ona dedim ki: “Şu tilkinin hikâyesi senin hâline münasiptir: Bakmışlar ki tilkinin birisi düşe kalka kaçıyor.
Birisi ona sormuş: ‘Ne afet, ne felaket var ki bu kadar korkuya sebep oldu?’
Tilki demiş ki: ‘Develeri angaryaya tutuyorlarmış diye işittim.’
Tilkiye demişler: ‘Ahmak! Senin deve ile ne münasebetin, deveye ne müşabehetin var?’
Tilki cevap vermiş: ‘Susunuz. Eğer hasutlar, garezkârlar benim için bu devedir, derler de yakalanırsam benim deve olmadığımı anlatarak beni kurtarmak için kim çalışır? Iraktan tiryak gelinceye kadar yılan sokan ölür gider.”
“Sen de hakikaten faziletli ve dindarsın; fakat hasutlar pusuya girer; haksız davacılar bir bucakta oturur, gözetirler. Eğer bunlar senin güzel ahlakının hilafını anlatırlar ve sen padişahın divanına çıkarılarak suale, itaba maruz olursan, o sırada senin lehinde kim söz söyleyebilir? Binaenaleyh ben onu münasip görüyorum ki kanaat mülkünü bekleyesin, büyüklük fikrini bırakasın. Nitekim, akıllılar şöyle demişlerdir:
Denizden istifade çoktur; fakat selameti istersen selamet denizin içinde değil kenarındadır.”3
Refikim bu sözü işitince mükedder oldu, yüzünü ekşitti. Sitemle karışık sözler söylemeye başladı ve dedi ki: “Bu ne akıl, bu ne fikir, bu ne anlayış, bu ne buluştur! Hükema ne doğru söylemiştir: ‘Dostlar zindanda işe yararlar, dostlukları o zaman anlaşılır; yoksa sofra başında tekmil düşmanlar dost görünürler.’
Sen servet, saadet içinde iken dostluktan bahsedenleri, kardeşimsin diyenleri hakiki dost sanma. Hakiki dost; perişanlık, zaruret, felaket zamanında el tutan kimsedir.”
Baktım ki müteessir oluyor ve benim nasihatimi sadakatsizliğime hamlediyor, aramızda bulunan muarefeye binaen divan sahibinin yanına gittim. Arkadaşımın hâlini anlattım. Onu küçük bir vazifeye tayin ettiler.
Aradan bir müddet geçince kabiliyetini, işi iyi idare ettiğini, güzel düşündüğünü gördüler; beğendiler. Vazifesi yükseldi.
Daha yüksek bir memuriyete nakledildi. Saadetinin yıldızı durmadan terakki ediyordu. Nihayet elde edilmesi istenilen rütbelerin en yükseği olan vezaret rütbesine nail ve padişahın yakınlarından olarak parmakla gösterilir oldu. Ayan ve ekâbirin itimatgâhı, müracaatgâhı oldu. Onun bu yüksekliğine sevindim, dedim.
Hayatın, arzuya uygun olarak geçmezse müteessir olma, sabret. Sabır acıdır, fakat meyvesi tatlıdır.
Bir işi bağlanmış görünce çözülmez, açılmaz diye düşünme; mustarip, mahzun olma; çünkü abıhayat zulmet içindedir.
Ey musibete düçar olan kimse, mahzun olma.
Cenabıhakk’ın nice gizli lütufları vardır.
O sırada tesadüfen birtakım dostlar ile Mekke’ye sefer ettim.
Mekke’yi ziyaretten dönüşümde o dostum iki konaklık yerden karşıladı. Hâlini perişan gördüm. Mazul olduğunu anladım. Zira devlet adamı bir dost, ancak azledildiği zaman dostlarını görme hevesine düşer.
Mesnet ve devlet meşguliyetleri arasında tanıdıklarını aramazlar. Çaresizlik ve fakirlik zamanında dert yanmak için dostlarının yanına gelirler. Onu böyle fakir ve perişan bir hâlde görünce: “Bu ne hâldir?” dedim.
Dedi ki: “Senin vaktiyle söylediğin çıktı. Birtakım insanlar bana hasetle bir hıyanet isnat ettiler.
Padişah işi etrafıyla tahkik etmedi. Eski dostlarım, merhametli arkadaşlarım hakkı müdafaa etmediler, sustular, eski arkadaşlık hukukunu unuttular.”
Görmez misin ki mansıp, ikbal ve rütbe sahibinin karşısında herkes onu överek el bağlar, durur.
Eğer zaman, bir mansıp ve ikbal sahibini yıkacak olursa herkes ayağını onun başı üzerine koyar.
“Sözü kısa keseyim; türlü ukubete giriftar oldum. Nihayet bu hafta ‘Hacılar geliyor.’ diye müjde gelince bu müjde şerefine beni ağır zincirden çıkardılar. Fakat kendime mahsus olan malımı, mülkümü hazine namına zapt ettiler.”
Dedim: “Evvelce benim nasihatimi kabul etmedin. Ben demiştim ki padişah işi deniz yolculuğu gibidir. Hem faydalı hem korkuludur. O, tılsımlı hazineyi açmak için uğraşmaya benzer ki ya hazineyi elde edersin, yahut tılsımın tesiriyle ölürsün.”
Tüccar, ya sahilde iki eliyle altınları kucağına çeker; yahut bir gün dalga onu ölü olarak bir sahile atar. Fazla söyleyerek kalbinin yarasını deşmek, hem de üstüne tuz ekmek istemedim. Sözümü şu iki beyit ile bitirdim:
“Bilmedin mi ki kulağına insan nasihati girmezse ayağını zincirde görürsün?”
Şimdi sana bir nasihat daha edeyim: “Eğer iğne acısına dayanamazsan parmağını akrebin deliğine sokma.”
Birkaç ahbabım vardı. Bunlar görünüşte iyi insanlar idiler.
Büyüklerden birisi bunların haklarında fazla hüsnüzanda bulundu. Bunlara tayınat bağladı. Nasılsa içlerinden birisi dervişlerin hâllerine yakışmayacak bir harekette bulundu. Bundan dolayı o zatın hüsnüzannı bozuldu ve bunların tayınları kesildi.
Bir suretle bunların tayınlarını tekrar bağlatmak istedim. O büyük zatı görmeye, ona hürmetlerimi takdim etmeye gittim. Kapıcı beni içeri bırakmadı ve bana cefa etti. Kapıcıyı mazur gördüm; çünkü hükema demiştir ki:
“Bir vasıta olmadıkça beyin, vezirin, sultanın kapısının etrafında dolaşma. Zira köpek ile kapıcı bir soydandır. Bir garibi görünce köpek onun eteğine, kapıcı da yakasına yapışır.”
Bu sırada o büyük zatın yanında bulunan şerefli zatlar benim hâlime vâkıf oldular ve beni izaz, ikram ile huzura götürdüler. Huzurda bana en yukarı bir yer gösterdilerse de tevazuyla aşağı bir yere oturdum.
“Ben kusurlu bir kul olduğum için beni bırak, bendeler sırasına oturayım.”dedim.
Ben böyle deyince o muhterem zat: “Allah Allah bu nasıl sözdür?” diye bana iltifatta bulundu ve şöyle dedi:
“Eğer sen benim başım, gözüm üzerinde otursan ben senin nazını çekerim; çünkü sen nazı çekilecek bir zatsın.”
Hulâsaikelâm, oturdum. Öteden beriden konuştuk. Nihayet söz sırası bizim ahbapların işledikleri hataya geldi. Şöyle dedim:
“Evvelce ihsanı, inamı sebkeden velinimet ne cürüm gördü ki bendelerini nazarında hakir tutuyor? Kulun cürmünü gördüğü hâlde, ekmeğini eskisi gibi vermek büyüklüğü, lütfu Cenabıhakk’a mahsustur.”
Bu söz valinin çok hoşuna gitti ve dostlarımın tayınlarının eskisi gibi verilmesini ve kaç gün tatile uğramış ise onun da ilave edilmesini emirle maişetleri esbabını temin buyurdu.
O zatın lütfuna teşekkür ettim, lazım gelen hürmeti yaptım ve böyle bir tasdia cesaretimden dolayı özür dileyerek huzurundan çıkarken şu sözü söyledim:
“Kâbe, hacetler kıblesi olduğu cihetle nice fersahlık yerlerden halk onu görmeye gelir. Senin gibi büyük zatlar bizim gibi fakirlerin tasdilerine tahammül etmelidirler. Çünkü meyvesiz ağaca kimse taş atmaz.”
Bir melikzade, babasından miras olarak birçok hazineye malik oldu. Kerem elini açtı, sahaveti bütün manasıyla icra etti. O bitmez tükenmez sanılan