“Benim halkıma…” diye devam etti. “Çalışmak bahşedilmiş, ben de onlardan aynı tutkuyu edindim. Pek çoğunun en büyüğü olan iki filozofumuz, her insanın içinde var olan ruhun bir öğretisini ve onun ölümsüz olduğunu öğretir, diğeri de son derece adil olan tek Tanrı’nın öğretisidir. Okullarda tartışılan pek çok konu içinden çözüme değer olarak bunları seçtim; çünkü Tanrı ile henüz bilinmeyen ruh arasında bir ilişki olduğunu düşündüm. Bu konuda insan zihni aşılmaz bir duvarla karşılaşabilir; o duvara varınca geriye sadece durup yardım çığlığı atmak kalır. Ben de öyle yaptım, ama duvarın ötesinden bana hiç ses gelmedi. Çaresizlik içinde kendimi şehirlerden ve okullardan koparıp aldım.”
Bu sözler üzerine vakur bir gülümseme Hintlinin zayıf yüzünü aydınlattı.
“Ülkemin kuzey kısmı Tesalya’da…” diye devam etti Yunanlı. “Hemşehrilerimin ulu olduğuna inandığı Zeus’un evinin bulunduğu ünlü bir dağ vardır, tanrıların evi; adı Olimpos’tur. Oraya gittim. Dağın batıdan gelip güneydoğuya kıvrıldığı yerdeki bir tepede bir mağara buldum; oraya yerleştim ve kendimi tefekküre adadım, yo kendimi her soluğun bir dua, bir aydınlanma olduğu bekleyişe adadım. Görünmez olsa da yüce olan Tanrı’ya inancımla, rahmeti ve bana cevap vermesi için bütün ruhumla ondan niyaz etmenin mümkün olduğunu biliyordum.”
“Ve verdi, verdi!” diye bağırdı Hintli, kucağındaki ipek örtüden ellerini kaldırarak.
“Dinleyin beni, kardeşlerim.” dedi Yunanlı, gayretle kendini yatıştırarak. “Kulübemin kapısı Termaikos Körfezi’ne nazırdır. Bir gün bir adam giden bir gemiden denize atladı. Kıyıya yüzdü. Onu alıp ilgilendim. Tarihten ve halkının yasalarından çok şey öğrenmiş bir Yahudi’ydi; ben de ondan dualarımın Tanrı’sının gerçekten var olduğunu ve yıllardır onların kanun yapıcısı, hâkimi ve kralı olduğunu öğrendim. Bu hayalini kurduğum aydınlanmadan başka ne olabilirdi! İnancım karşılıksız kalmamıştı; Tanrı bana cevap vermişti!”
“Böyle bir inançla ona yakaran herkese yaptığı gibi.” dedi Hintli.
“Ama ne yazık!” diye ekledi Mısırlı. “Tanrı’nın ne zaman cevap verdiğini bilecek kadar bilge olanlar ne kadar da az!”
“Hepsi bu da değil.” diye devam etti Yunanlı. “Bana bu şekilde gönderilen adam dahasını da anlattı. İlk aydınlanmayı takip eden yıllarda Tanrı’ya giden ve onunla konuşan peygamberlerin onun tekrar geleceğini beyan ettiklerini söyledi. Bana peygamberlerin isimlerini verdi, kutsal kitaplardaki sözlerini aktardı. İkinci gelişinin çok yakın olduğunu da söyledi. Kudüs’te her an bekleniyormuş.”
Yunanlı duraksadı ve yüzünün parlaklığı söndü.
“Doğru.” dedi. Kısa bir süre sonra, “Tanrı’nın ve sözünü ettiği aydınlanmanın sadece Yahudiler için olduğunu söyledi, tekrar olacaktı. Gelecek olan Yahudilerin kralı olmalıydı. ‘Dünyanın geri kalanı için bir şeyi yok mu?’ diye sordum. ‘Hayır.’ dedi, gururlu bir sesle. ‘Hayır, biz onun seçilmiş insanlarıyız.’ Bu cevap benim umudumu kırmadı. Neden böyle bir Tanrı sevgisini ve nimetini bir yerle, bir ırkla sınırlasın ki? Öğrenmeye gönül verdim. Sonunda adamın kibrini kırdım ve atalarının gerçeği canlı tutmak üzere seçildiklerini, bütün dünyanın da sonunda bunu öğrenip kurtulabileceğini öğrendim. Yahudi gittiğinde yine yalnız başıma kalınca, geldiği zaman kralı görmeme ve ona tapınmama izin verilsin diye ruhumu yeni bir duayla ıslah ettim. Bir gece mağaramın kapısında oturmuş varlığımın gizemlerine yakınlaşmaya çalışıyordum, bunun Tanrı’yı bilmek olduğunun farkındaydım. Birdenbire aşağıdaki denizin üzerinde, daha doğrusu yüzeyini kaplayan karanlıkta yanmaya başlayan bir yıldız gördüm; yavaş yavaş yükselip denizin üzerini kapladı, tepenin ve kapımın üzerinde durdu, ışığı üzerime düşüyordu. Yatıp uyudum ve rüyamda bir ses duydum:
‘Ey Gaspar! İnancın zafer kazandı! Dünyanın uzak yerlerinden gelen diğer ikisiyle beraber kutsandın! Vadedildiği gibi onu görecek ve ona şahitlik edeceksin. Sabahleyin kalk ve onları karşılamaya git, sana rehberlik edecek ruha inancını koru.’
Sabah içimde güneşi gölgede bırakan bir ışık hâlindeki ruh ile uyandım. Keşiş giysilerimi çıkardım, eskisi gibi giyindim. Şehirden getirdiğim hazineyi sakladığım yerden çıkardım. Bir gemi geçiyordu. Ona seslendim, gemiye alındım ve Antakya’da karaya çıktım. Orada üzerindeki tahtırevanla bir deve satın aldım. Asi Nehri’nin kıyılarını süsleyen meyve bahçelerinden geçip Emesa, Şam, Busra ve Philadelphia’ya seyahat ettim, oradan da buraya geldim. İşte kardeşlerim hikâyemi duydunuz. Şimdi ben de sizinkini dinleyeyim.”
IV
MELCHİOR
Mısırlı ve Hintli birbirlerine baktılar, Mısırlı elini salladı, Hintli başıyla selam verip başladı:
“Kardeşim güzel konuştu. Benim sözlerim de o kadar bilgece olur umarım.”
Birdenbire durdu, bir an için düşünüp devam etti:
“Beni Melchior olarak tanıyabilirsiniz, kardeşlerim. Dünyanın en eskisi olmasa da, en kısa sürede harflere dökülecek bir dille konuşacağım, yani Hindistan’ın Sanskritçesi. Ben Hintliyim. Halkım bilgi tarlalarında ilk dolaşan, onları ilk paylaşan ve ilk güzelleştiren insanlardır. Bundan sonra her ne olursa olsun dört Vedalar10 yaşamalıdır, çünkü onlar dinin ve faydalı bilgilerin başlıca kaynaklarıdır. Bunlardan Brahma tarafından gönderilen ve tıp, okçuluk, mimari, müzik ve altmış dört mekanik sanattan söz eden Upavedalar türetilmiştir. Esinlenmiş azizler tarafından ortaya çıkarılan Vedangalar astronomi, dil bilgisi, vezin, telaffuz, efsun ve sihirli sözler, dinî ayinler ve törenlere adanmıştır. Bilge Vyasa tarafından yazılan Upangalar evrenin kökeni, kronoloji ve coğrafya ile ilgilidir. Ayrıca tanrılarımızın ve yarı tanrılarımızın ebedileştirilmesi için tasarlanan kahramanlık şiirleri Ramayâna ve Mahabhârata vardır. Kardeşlerim, Büyük Şastralar ya da kutsal kanunlar kitabı işte böyledir. Şimdi bunlar benim için unutulmuştur, ama zaman içinde ırkımın gelişmekte olan dehalarını sergilemeye hizmet edeceklerdir. Hızlı bir tekâmül vaatleriydi onlar. Neden bu vaatlerin başarısız olduğunu sorabilirsiniz. Ne yazık! Kitapların bizzat kendileri ilerlemenin bütün kapılarını kapattılar. Onların yazarları yaratılanın korunması bahanesiyle, bir insanın keşiflere ya da icatlara kalkışmaması prensibini dayattılar, çünkü Tanrı lazım olan her şeyi sağlamıştı. Bu şart kutsal bir yasa hâlini alınca, Hindu dehanın lambası bir kuyuya düştü, o zamandan beri daracık duvarları ve acı suları aydınlatıyor.
Size, Şastraların Brahm denilen Ulu Tanrı’yı öğrettiklerini, ayrıca Purânaların ya da Upangaların kutsal şiirlerinin bize erdem, iyi işler ve ruhtan söz ettiğini söylediğim zaman bu bahislerin gösteriş için olmadığını anlayacaksınız, kardeşlerim. Eğer kardeşim söylememe izin verirse.” Konuşmacı Yunanlıyı saygıyla selamladı: “Onun halkı daha bilinmeden asırlarca önce iki büyük fikir olan Tanrı ve ruh, Hindu zihninin bütün enerjisini içine çekmişti. Dahasını da söylememe izin verin, Brahm da aynı kutsal kitaplar tarafından Üçlü -Brahma, Vişnu ve Şiva- olarak öğretilir. Bunların içinden Brahma’nın ırkımızın yazarı olduğu söylenir, yaratılış esnasında