“Krala gitmeliyiz. Fransa, Napoli ya da her nereye gidiyorsa bizi de yanında götürecektir,” dedi Leonardo, sol elindeki yüzükle oynayarak.
Salaì değişen yüz ifadesiyle, “Kral ve maiyeti çoktan şehri terk etti. Bizi arkada bıraktılar,” dedi.
Leonardo’nun sol gözü seğirdi. Biraz düşünmek için zamana ihtiyacı vardı. Kuşağından sarkan küçük defterini çıkardı, duvar resminin önünde oturup hızlı kalem darbeleriyle panik halindeki Fransız gezginlerin kabataslak tasvirlerini, korkudan irileşmiş gözlerini, genişleyen burunlarını ve sağa sola savrulan kollarını çizmeye koyuldu. O an oradaki insanları saran korkuyu hatırlatacak her şeyi… Duyguları anlamanın tek yolu, bu duyguların insan üzerinde yarattığı etkileri incelemekti. Bu tür tepkilere tanık olma fırsatı da pek nadir ele geçiyordu. Keşke kumaşların hışırtısı, boğaza düğümlenen hıçkırık ve hızlı hızlı alınan solukların da resmini çizebilseydi. Korkunun resmini çizebilecek olsaydı bunu mutlaka yapardı.
Elindeki defteri nazikçe almaya çalışan Salì, “Efendim, lütfen, acele etmeliyiz…” dedi; ancak Leonardo izin vermedi. “Unutulup terk edildik. Bir an önce Milano’yu terk etmeliyiz.”
“Aceleyle yanlış bir şey yapmadan önce düşünsek iyi olur.” Şu cesur Fransız kızın resmini şu an gözüne göründüğü gibi geriye atılmış başı, feryat eden açık ağzı ve korkuyla inip kalkan pembeleşmiş göğüsleriyle beraber çizmeliydi. Korku daha çok esrime duygusunu andırmaktaydı, o da bu uyumsuz benzerliğin etkilerini araştırmak üzere not aldı defterine. Genç kızın apar topar ayrıldığını görünce, arzularını yerine getirme şansını asla elde edemeyeceğine üzüldü.
Son Fransız gezgin de salonu terk etmişti. Ağır kapının kapanmasıyla sokaklardaki panikten ileri gelen bağrışmalar azaldı.
Salaì Leonardo’nun kolunu tuttu. “Düşünmek için zamanımız yok.”
Leonardo, defterini sakin bir şekilde tekrar kuşağına yerleştirirken “Her zaman düşünmek için zaman vardır, genç dostum,” dedi.
Düşünmek için zamanının olması, şu anda bozulmakta olan fresk tekniğini denemesinin gerçek sebebiydi. Gerçek fresk çalışmasında sıradan bir sanatçı, önce duvara kalın bir tabaka kireç sürüp sonra binanın kalıcı bir parçası olsun diye henüz kurumamış sıvanın üzerine resmi doğrudan çizerdi. Yine de dayanıklılığın bir bedeli vardı. Resim, sıva kurumadan önce çizilmeliydi. Bu ise Leonardo’nun pek tarzı olmayan hızlı ve sürekli bir çalışma gerektirmekteydi. O, acele etmeden her ayrıntıyı düşünmekten zevk alıyordu. Başladığı çalışmayı bırakıp sonra tekrar başlayabilirdi. Ayrıca lacivert gibi gözde renk tonlarının çoğu, kirecin etkisini azaltan minerallerden elde edilmekteydi. İşte bu yüzden astar boyalı kuru duvar üzerine doğrudan yumurta bazlı bir boya geçerek, tarzına uygun bir teknik geliştirmişti. Bu yöntem sayesinde deniz mavisi, nar rengi, hatta gökmavisinin canlı yeşil-mavisi gibi gözde doğal tonlarını kullanabilirdi. Ancak daha da önemlisi ıslak sıvadan sakınarak günler, haftalar, aylar, hatta yıllar sonra aklına daha iyi bir fikir geldiğinde değişikliklerini rahatça yapabilirdi. Bir keresinde, bu duvar resmini yaparken, İsa’nın sağ eline ombra boyası uygulamadan önce tek bir fırça darbesi için üç gün düşünmüştü.
Salaì, Leonardo’yu tutarak ayağa kaldırdı. Sırtındaki ağır çantasına dokunarak “Not defterleri ve çizimlerinizi çoktan hazırladım,” dedi, “diğerlerini geride bırakmak zorundayız.”
Leonardo tekrar dönüp Son Akşam Yemeği eserine baktı. Boyanın bozulduğuna hiç şüphe yoktu. Dökülmekte olan resmi kurtaramazdı. “Sorun değil, Salaì,” dedi yardımcısından çok kendisine söylercesine. “Sahip olduklarını sonsuza dek elinde tutmayı isteyenler yanılgıya düşer. Biz sanatçılar, sahip olduklarımızdan nasıl vazgeçebileceğimizi biliriz. Her şeyden önce eserlerimiz bize değil, bizleri koruması altına alan hamilerimize aittir. Yine de tablolar asla yok olmaz, sadece terk edilir.”
Şehirden ayrılırken, uzakta top sesleri yankılanıyordu. Dışarıda tam bir karmaşa havası vardı. Dörtnala giden atlar, askerleri şehir dışına taşıyordu. Kraliyet maiyeti ve Fransız vatandaşlar, çılgına dönmüşçesine eşyalarını arabalara yerleştiriyordu. Şiddetli kış rüzgârı, şehri kalın bir sis tabakasıyla örten toz bulutlarını getirmişti. Kuzey İtalya’nın pek revaçta olan başkenti Milano’da tam anlamıyla anarşi havası hâkimdi. Tüm bu karmaşanın ortasında bir Fransız askeri meydanda durmuş, birbirinin omuzlarında duran beş insanın boyundan daha yüksek, kilden yapılmış devasa bir at heykeline bakmaktaydı.
Il Moro’nun merhum babasının anısına dikilen bu kilden yapılmış at anıtı, Leonardo tarafından tarihteki en büyük bronz at heykeli olarak tasarlanmıştı. Şairlerin uğruna şiirler kaleme aldığı bu ihtişamlı yaratığın bronz heykelinin bitmiş halini görmek umuduyla dünyanın dört bir tarafından gezginler gelmekteydi. Savaş toplarının imalatında kullanılmak üzere heykelin bronzunun Il Moro’nun emriyle eritilmesinden dolayı, Leonardo bu eserini tamamlama fırsatını elde edememişti. Milano’nun Fransızlarca işgalinden sonra bu kilden at heykeli atış talimi için kullanılmıştı. Yanan oklar ve mızraklarıyla talim yapan Fransız askerleri; atın kulağını, burnunun bir kısmı ve arka bacaklarının büyük bir bölümünü koparmışlardı. Gerçek bir at olsaydı, çok kısa bir süre içerisinde ölürdü herhalde. Ancak bu, delik deşik olmasına rağmen, hâlâ dimdik ayakta duruyordu.
Sokağın öbür tarafında Salaì iki ata eyer vurmaktaydı. “Üstat, haydi. Hemen gitmeliyiz!”
Leonardo yerinden kımıldamadı. Atın karşısında, sanki onunla sessizce konuşurmuş gibi duran Fransız askerden gözlerini alamıyordu. Tüm bu hengâme içerisinde ata bakarken askerin bir tür iç huzuru duyduğunu umut etti. Uzun kılıcını usulca kınından çıkardığını gören Leonardo, genç askerin bu sanat şaheserinin güzelliği karşısında teslim oluyormuşçasına kılıcı heykelin ayaklarının dibine koyacağını hayal etti. Aksine asker kılıcını havaya kaldırıp “Sforza’ya ölüm!” diye haykırdı. Sonra kılıcını atın ön sağ bacağına tüm gücüyle indirdi. Bacağı çatırdayan at, bir süre daha ayakta durduktan sonra öne doğru sallanarak gürültüyle yere çakıldı.
Leonardo “Hayır!” diye haykırdı. Bu atı tasarlamak tam dört yılını almıştı. Bronzun dökülmesiyle pırıl pırıl parlayacağı günün hayalini kurmuştu geceleri yatağında.
Şu ana dek başarılı bir sanatçı olarak kabul edilmekteydi. Pek çok çağdaşı çoktan yaşamını yitirmişti. O da öldüğünde arkasında ne bırakacaktı? İsmini gelecek kuşaklara taşıyacak bir çocuğu yoktu. Tablolarının yarısı henüz bitmemişti. İçlerinde Il Moro’nun metreslerine ait portrelerin de bulunduğu diğer yarısı ise, insanların göremeyeceği saray odalarını süslemekteydi. Henüz gerçekleştirilmemiş birçok icat ve gelişigüzel karalanmış işe yaramaz notlarla dolu defter yığınları vardı. Son Akşam Yemeği adlı eseri, bulunduğu duvar üzerinde dökülmeye başlamış, at heykeli modeli ise yerle bir olmuştu. Yıllar sonra insanlar, önemsiz küçük Vinci kasabasından gelen ressam, mucit ve aynı zamanda mühendis olan Leonardo’yu hatırlayacaklar mıydı?
“Leonardo!” diye seslendi Salaì, binmiş olduğu atın üstünden.
Leonardo kil atla ilgilenmeyi bırakıp sokağın