“Ah, kardeşim!” dedi genç adam, “Niçin beni uyandırmadın? Bu gece ikimiz birlikte nöbet tutacağız.”
Gece oldu. Uyumayıp nöbet tuttular. Saat on ikiyi vurunca, çiçek filizi yine titremeye başladı. Oradan oraya savrulup nihayet yere düştü ve güzeller güzeli kız ortaya çıktı. Kendine yiyecek bir şeyler bulup karnını doyurdu. Genç derebeyi, ileri fırlayıp güzel kızı pamuk ellerinden tuttu. Karşısındaki öyle bir güzellikti ki genç adam ona bakmaya dahi kıyamıyordu!
Ertesi sabah anne babasına gidip dedi ki: “Lütfen evlenmeme müsaade edin. Kendime bir eş buldum.”
Anne babası gencin bu dileğini kabul etti. Maruşya ise şöyle dedi:
“Yalnızca bir şartla seninle evlenirim. Dört sene boyunca kiliseye gitmeyeceğim.”
“Pekâlâ,” dedi genç adam.
Bunun üzerine gençler evlendi ve birlikte iki sene yaşadıktan sonra bir oğulları oldu. Günlerden bir gün, evlerinde misafir ağırlıyorlardı. Misafirler yiyip içtikten sonra eşleriyle övünmeye başladılar. Birinin karısı güzeldi, diğerininki hepsinden güzeldi.
“İstediğinizi söyleyin,” dedi ev sahibi, “ama benimkinden güzel bir eş dünyada bulunmaz!”
“Güzel olmasına güzel ama,” diye cevap verdi misafirler, “dinsizin teki.”
“O da ne demek?”
“Ne demek olacak, hiç kiliseye gittiğini görmedik.”
Maruşya’nın kocası bu sözleri pek nahoş buldu. Pazar gününe kadar bekledi. Sonra kiliseye gitmek üzere hazırlanmasını istedi karısından.
“Ne söyleyeceğin umurumda değil,” dedi kocası. “Git, hemen hazırlan.”
Hazırlandılar ve kiliseye gittiler. Önce kocası içeri girdi, dikkatini çeken bir şey görmedi. Ama Maruşya etrafına bakınca pencere kenarında oturan İfrit’i gördü.
“Aha! Nihayet geldin!” diye bağırdı İfrit. “Eski zamanları hatırlayalım. O gece kilisede miydin?”
“Hayır.”
“Orada ne yaptığımı gördün mü?”
“Hayır.”
“Pekâlâ! Yarın kocan ve oğlun ölecek.”
Maruşya hemen kiliseden dışarı fırlayıp büyükannesinin yanına gitti. Yaşlı kadın ona iki küçük şişe verdi. Birinde kutsal su, diğerinde ise ölümsüzlük suyu vardı. Sonra torununa ne yapması gerektiğini anlattı. Ertesi sabah, Maruşya’nın kocası ve oğlu öldü. Ardından İfrit uçarak yanına gelip sordu:
“Söyle bakalım, kilisede miydin?”
“Evet.”
“Peki, ne yaptığımı gördün mü?”
“Bir cesedi yiyordun.”
Maruşya bu sözleri söyleyip İfrit’in üzerine kutsal sudan serpti. Canavar, anında toz ve küle dönüşüp rüzgârla beraber savrulup gitti. Ardından Maruşya, kocası ve oğlunun üzerine ölümsüzlük suyundan serpti. Bunun üzerine genç adam ve oğlu hemen canlandı. O günden sonra üzüntü ve ayrılık uğramadı hayatlarına, birlikte mutlu mesut yaşadılar.
Ölü Anne
Köyün birinde mutluluk ve huzur içinde yaşayan bir karı koca vardı. Bütün komşuları onlara imrenirdi. Bu çifti görmek, köyün dürüst halkına zevk veriyordu. Bir zaman sonra, bir erkek çocukları oldu; ama kadın doğumda hayatını kaybetti. Zavallı mujik4 ağlayıp sızladı. Ama adam her şeyden önce yavrusu için çok üzülüyordu. Annesi olmadan bebeği nasıl büyütecekti? En doğrusunu yaparak çocuğa bakması için yaşlı bir kadın tuttu. Bu arada bir de ne olsa beğenirsiniz? Bebek mamasını reddediyor, bütün gün ağlamaktan başka bir şey yapmıyordu! Çocuğu yatıştırmanın yolu yoktu. Fakat çocuk geceleri öylesine sessiz ve huzurlu uyuyordu ki, varlığı hiç hissedilmiyordu. “Bu da ne demek oluyor?” diye sordu kendi kendine yaşlı kadın. “En iyisi bu gece uyumayıp öğreneyim.”
Gece yarısı olduğunda kadın, birinin sessizce kapıyı açıp beşiğe yaklaştığını duydu. Bunun üzerine bebek, sanki emziriliyormuş gibi ağlamayı bırakarak sakinleşti.
Ertesi gece ve ondan sonraki gece de aynı şey yaşandı. Kadın, bebeğin babasına bu olanları anlattı. Adam akrabalarını çağırıp onlara danıştı. Şu karara vardılar: Bütün gece nöbet tutup bebeği emzirmeye gelenin kim olduğunu öğreneceklerdi. Bunun üzerine akşam olduğunda yere uzanıp saklandılar ve yanlarına toprak bir kabın içine gizledikleri ince bir mum aldılar.
Gece yarısı olunca evin kapısı açıldı. Biri içeri girip beşiğe yöneldi. Çok geçmeden bebek ağlamayı kesti. Tam o anda akrabalardan biri mumu çıkardı. Bir de ne görsünler! Çocuğun ölü annesi, gömüldüğü elbiseleriyle beşiğin yanına diz çökmüş, ölü bedenindeki memesiyle bebeğini emziriyordu.
Köy evi mum ışığıyla aydınlandığı an, kadıncağız ayağa kalkıp üzgün gözlerle yavrusuna baktı ve ardından hiç ses etmeden, kimseye tek kelime söylemeden odadan çıktı. Onu gören herkesin nutku tutulmuştu. Ardından çocuğun ölmüş olduğunu gördüler.
Ölü Cadı
Bir zamanlar korkunç bir cadı yaşardı. Bir kızı ve bir torunu vardı. Kocakarının ölüm vakti yaklaşınca kızını yanına çağırıp şu talimatları verdi: “Dinle kızım! Ben ölünce sakın bedenimi ılık suyla yıkama. Bir kazanı suyla doldur ve iyice kaynat. Sonra o kaynar suyu üzerime boşaltıp beni iyice haşla. Bu söylediklerimi düzenli aralıklarla tekrarla.”
Bu sözlerin ardından cadı kadın, iki üç gün hasta yattı ve sonunda can verdi. Kızı, komşulara gidip annesini yıkamak için yardım etmelerini istedi. Bu sırada cadının küçük torunu evde yapayalnız kalmıştı. İşte o anda küçük kız, orada gördü onları. Ansızın ocağın altından iki ifrit çıkıvermişti. Biri küçük, diğeri büyük bu iki ifrit ölü cadıya saldırdı. Yaşlı olanı kadının ayaklarını kavradı ve tek çekişte derisini çıkarıverdi. Ardından küçük ifrite döndü:
“Eti senin olsun, ocağın altına çek.”
Bunun üzerine küçük ifrit, sarıldığı cesedi ocağın altına çekti. Yaşlı kadından geriye sadece derisi kalmıştı. İşte bu derinin içine yaşlı ifrit girdi. Sonra yaşlı cadının hasta yattığı yere uzandı.
Bu sırada cadının kızı, yanında neredeyse on kadınla döndü. Hep birlikte cadının cesedini yere koydular.
“Anneciğim,” dedi çocuk, “sen yokken büyükannemin derisini soydular.”
“Ne diye böyle yalanlar söylüyorsun?”
“Doğru söylüyorum, anneciğim! Ocağın altından kara bir cin çıkıverdi. Sonra büyükannemin derisini soyup içine girdi.”
“Sus diyorum sana, yaramaz çocuk! Saçmalıyorsun!” diye bağırdı acuzenin kızı. Sonra kocaman bir kazan getirip soğuk suyla doldurdu, kazanı ocağın üzerine koyup fokur fokur kaynayana dek bekletti. Ardından kadınlar hep birlikte yaşlı kadını kaldırıp taş yalağa yatırdı ve kazandaki suyu kadının üzerine döküverdi. Bu acıya katlanamayan ifrit, yalaktan fırlayıp