Her daim sahici ve güvenilir bir dosttu Sait Faik. Onun dostluğu Mihran’ın tepeleme bir yalnızlıkla doldurduğu dünyasının içinde bir nefes, bir dem huzur demekti. Mihran “Şiir,” derdi, Sait Faik ise “Şiir olmayan yerde insan sevgisi de olmaz azizim. Şiir, insanı insana yaklaştıran şeydir, aman ha unutmayasın bunu!” diye sıkı sıkıya tembihlerdi. Mihran “Peki ya sevmek?” diye sorardı, Sait Faik “Sevmek ciddi bir meseledir mirim. Çünkü bir insanı sevmekle başlar her şey,” diye yanıt verirdi. O vakit, “İnsan?” derdi Mihran, bunu söylerken gözlerini öfkeyle kısar, dudaklarını sıkıntıyla dişlerdi. Sait Faik ise karşısındaki gencin sözlerine vuran toyluğuna vakur bir tebessümle karşılık verir, elini onun çelimsiz omzuna atarak “İnsan,” diye mırıldanırdı. “İnsansız hiçbir şeyin güzelliği yok ki… Her şey onun sayesinde, onunla güzel. Bu dakikada, bugünün güzelliği, gökte ay, uzakta güneşin bir billûr bahçe gibi pırıltısı hiçbir şey değil. Bütün bunlar içinde insan olmadan tıpkı kötü birer resim gibi…”
Medar-ı Maişet Motoru’nu raftaki yerine geri bırakıp, kendine bir fincan kahve daha hazırladı. Çalışma masasının üzerine saçılmış kâğıt tomarlarının yanına gelince içlerinden rastgele bir sayfa çekip çıkardı. Gözyaşının İntiharı diye not düşmüştü elindeki sayfanın sol üst köşesine. İki yıldır gece gündüz üzerinde çalıştığı bu kitabın her bölümünde bir başka şairin intiharını anlatıyor, her bölümün sonunda kafasını duvara vurarak kendini öldürmeye çalışan tutsak bir balina gibi ruhunun acı içinde kıvrandığını hissediyordu. Bir insanın intiharını yazmak kolay iş değildi ama Mihran, çektiği acıya rağmen gene de bu intihar meselesini hiç değilse yazarak tecrübe ediyor olmaktan tuhaf bir haz duyuyordu. Bir insanın kendini öldürmek istemesi acaba sahiden de içten gelen bir dürtüden mi ibaretti, yoksa daha matematiksel bir hesabın sonucunda varılan bir hakikatin iradesinde gelişen bir düşünce miydi? Sebebini bir türlü kestiremiyor ve her iki olasılık üzerinde de gidip gidip geliyordu. Kimi zaman intiharın, anneden kıza ya da babadan oğula devreden bir aile yadigârı olduğunu düşünürdü. Kendi canına başarıyla kıymaktan takdirnâmeli olan anne ve babaların çocukları da bu kötü geleneği ısrarla sürdürmek isterdi bazen. Bu gibi hikâyelerle pek çok kitapta rastlaşmıştı. İntiharın da tıpkı zümrüt bir yüzük, antika bir saat, altın bir vazo misali kuşaktan kuşağa aktarılabilen bir miras olduğunu okumuş hatta işitmişti. Demek ki ölüm, bazı insanları dev bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu ve intihar da sanki özü bozuk bir kromozom, kusurlu bir gen ve kalıtsal bir hastalık sonucu ortaya çıkan alışıldık bir aksilik gibi devam edip gidiyordu nesilden nesile, aynı ailenin içinde, aynı soyun fertlerini yiye yiye.
Gözyaşının İntiharı adını verdiği bu bölümde, 1930 yılında intihar eden ve bir dönem şiirleriyle Lenin’in bile dikkatini çekebilmiş devrimci şair Vladimiroviç Mayakovski’nin ölümünü kaleme almıştı ve yazması gereken üç bölüm daha vardı şimdi. Son noktayı koyup da romanını yayınevine götürdüğü vakit yine aynı ret cevabıyla karşılaşacağını sezinliyor, ama gene de inatla yazmaya devam ediyordu. Çünkü yazarken duyduğu mutluluğu başka hiçbir şeyde bulamayacağını biliyor ve o mutluluğa sıkı sıkıya asılmak istiyordu. “Seni yazı yazarken izliyorum genç adam!” demişti bir gün yakın dostu Sait Faik. “Yazarken sen, ölesiye yalnız ama ölesiye mesut bir adam oluyorsun.” Sahiden de öyleydi. Çalışma masasının başına oturup da kalemi eline aldığı vakit yalnız ama bir o kadar da bahtiyar bir adama dönüştüğüne emindi Mihran. Eğer ki her daim yazı yazarken dönüştüğü bu adamın bahtiyarlığını muhafaza etmeyi becerebilseydi, kim bilir belki de zamanla o adamın ta kendisine dönüşebilir, hayatın her anında yalnız fakat yine de mesut bir insan olarak kalabilir ve hatta ruhunu zapt eden huzursuzluk döngüsünü bile tümüyle kırmayı başarabilirdi.
Elindeki sayfayı masanın üzerine bıraktı ve pencerenin önüne gidip alnını soğuk cama yasladı. Bir süre öylece durup dışarıda yağan kara baktı. Kaldırıma yanaşan bir çöp kamyonu ile ağır ağır boşaltılan gri çöp bidonunu dalgın bakışlarla seyretti. Ardından banyoya gidip yüzünü yıkadı. Aynada gördüğü kara kuru tıraşsız yüz hoşuna gitmedi. Akşamdan kalma bol briyantinli saçlarını düzeltip biraz daha briyantinledi. Yeniden salona döndüğünde etrafa saçılan boş içki şişelerini toparlamaya koyuldu önce. Kırılan bir çay bardağının parçalarını ağzına kadar dolu olan çöp poşetine tıkıştırdı. Bir bez bulup ıslattı, muşambadaki kahve lekelerini temizledi. Demliğe su doldurup içine üç kaşık çay attı, ocağın altını yakıp bıraktı. Dolabın içinden bir parça kesmük peyniri ile yağı donmuş bir zeytin kavanozu çıkardı. Bir gün öncesinden kalan yarım ekmeği dilimleyip, hafif hafif yanan sobanın üzerinde bir güzel kızarttı. Mutfak tezgâhının altında duran kayısı reçelini küçük bir kâsenin içine döktü. Çay, demini iyice alınca ocağın altını kapayıp, hazırladığı kahvaltı tepsisini masanın üzerine koydu. Işığı söndürüp, paltosunu sırtına geçirdi ve sigara paketini iç cebine atıp usulca evden dışarı çıktı. Kalın tabanlı hantal botlarından çıkan ses, merdiven boşluğunda gürültüyle yankılandı. Aşağı indiğinde saat yediye geliyordu, meydandaki saat kulesinin altında bekleyen kasketleri buz