Öte yandan Draman Yokuşu’nda yaşayan remmâl acuzelere göreyse insan, Tanrı’nın kader bergâhında boynu bükük bir lâl kuşu kadar çaresizdi. Kanatlarını ne kadar çabuk kaldırıp da uçabilirse, kendisi için o kadar iyiydi.
2. Bölüm
MİHRAN
Ömrüm;
Ah, benim ördükçe sökülen yakasız kolsuz hırkam…
İskender-i Zülkarneyn ile Hızır’ın Masalı
1949 yılı Mayıs ayının ikinci Perşembesi, saat sabahın üçünü otuz yedi dakika on bir saniye geçe, seneler evvel İstanbul’dan İskenderun’a göç etmiş olan ve geçimini kundura alım satımıyla sağlayan Alacan ailesi büyük bir talihsizlikle çalkalandı. Alacanlar’ın küçük torunu Azraf Mihran’ın henüz uykuya daldığı sırada kanca burunlu, kavruk tenli, patlıcan reçeli bakışlı annesi Azra Alacan, dokuz yıllık yatak odasının tavanında bulunan paslı bir çengelin ucuna bağladığı urgan ile kendini astı. Büyükannesinin çığlıkları üzerine yatağından fırlayıp da annesinin kaldığı odaya koşan Mihran, gördüğü bu korkunç manzara karşısında başını hafifçe öne eğerek, uyandığından beri sündüre sündüre çekiştirdiği mavi çizgili pijamasının açık düğmelerinden içeri kustu ve yaşanan bu talihsiz olayın devrisinde haftalar boyu ağzını açıp da tek kelime dahi etmedi. Kendisine sorulan hiçbir soruya cevap vermedi, bir damla gözyaşı dökmedi ve bakir bir beklenti ile büründüğü bu çocuksu sükûtun günün birinde ona annesini geri getireceğine inandı. Çünkü evin salonunu boydan boya kaplayan geniş pencerelerin önünde başını annesinin dizlerine yaslayarak durmaksızın konuştuğu anlardan birinde,
“Biliyor musun Mihran!” diye söylenmiş Azra Hanım, yüzünde alaycı bir tebessüm vardı. “Bazen öyle çok konuşuyorsun ki, şu bitmek bilmez sorularınla beni öldüreceksin zannediyorum.”
Olmuştu işte! Mihran, öyle çok konuşmuş ve öyle çok soru sormuştu ki en nihayetinde bu uslanmaz huyu annesinin ölümüne sebep olmuştu. Büyükannesinin anlattığı masallarda bahsi geçen “Ehrimen” yani cehennem bakışlı, ifrit yaradılışlı nâm-ı diğer Kötülük Tanrısı, onca gecenin sonunda belli ki Mihran’ın bedenine sızarak ruhunu ele geçirmiş ve onu durmaksızın konuşturarak annesini öldürmeye itmişti. Böylelikle Ehrimen, tebaasına yeni ve taze bir can daha katmış olmanın sevinciyle yeraltındaki dûzahına geri dönerken Mihran da içine düştüğü tuzağın farkına varmış ve her şeyi düzeltip, eski hâline getirebilme umuduyla bildiği bütün sözcükleri unutmayı denemiş, sustukça susmaya devam etmişti. Lâkin gerçekte annesinin intiharı ile hiçbir ilgisi olmadığını anlaması ise yıllarını almış, anladığında ise Ehrimen ile babası arasındaki yakınlığa şaşıp kalmıştı.
Mihran’ın babası Emir Bey; orantısız yüz hatları, kafasına oranla aşırı küçük kulakları, yaz güneşi sarısı rengindeki saçları ve zaman zaman mora çalan kestane karası gözleri ile ailenin tek oğlu, daimi huzursuzuydu. İskenderun’un kalbine yirmi beş kilometre uzaklıkta bulunan ve etrafı incir ağaçlarıyla çevrelenmiş bu iki katlı, hantal duvarlı taşra evinden oldum olası nefret ederdi. Aslında sene be sene çoğalarak ruhunu bütünüyle zapt eden nefretinin asıl sebebi, yaşadığı evden çok, babasının sarsılmaz, sabitkadem tavrından ileri geliyordu. Öyle ki Emir Bey, ne vakit İstanbul’a geri dönme hayalinden bahsedecek olsa babası, katı kurallardan ibaret bir taş parçası misali sıkıntıyla yüzünü ekşitir ve kırlaşmış çember sakalını sıvazlayarak, “Emir!” diye seslenirdi, kendinden emin bir sesle.
“İstanbul sevdasından vazgeçeceksin! O defter temelli kapandı oğlum. Bizim memleketimiz, toprağımız burasıdır artık. Az mı iş geldi başımıza İstanbul denen o gayya âleminde. Dost bildiklerimiz düşman çıktı, memleketlimiz belleyip bağrımıza bastıklarımız bizi sırtımızdan hançerledi. Ocağımıza ateş düşürdüler, yüreğimizi hurdahaş ettiler. Amma İskenderun insanı öyle mi ya! Bunca senedir buradayız, tek bir kalleşlik, tek bir yanlış gördük mü? Hayır, görmedik. Görmeyiz de. Çünkü insana en büyük kötülüğü gene en yakın bildikleri eder. El kısmı daha insaflıdır, ihsan bilir, hakkaniyetlidir. Şu arzın sathında insanın başına ne gelirse, fazla sevip kıymet verdiğinden gelir. Bu sebepten oğul, o melunlar diyarını söküp atacaksın gayrı içinden. Bir daha da benim çatım altında İstanbul’un adını dahi anmayacaksın.”
Babasının lafını ikiletmemiş, bir daha da onun çatısı altında İstanbul’un adını dahi anmamıştı Emir Bey. Birkaç denemeden sonra kerhen vazgeçmiş ve babasını ikna etme çabalarını belirsiz bir zamana erteleyerek İstanbul’a dönme hayalinden söz etmez olmuştu. Öte yandan kendisini İstanbul’dan daha fazla heyecanlandıran bir hayali vardı şimdi; İskenderunlu Çingenelerin göz bebeği, Zeren…
Emir Bey, kendinden handiyse yirmi yaş küçük olan bu güzeller güzeli Çingene kızı ile tanıştığında, Mihran dünyaya gözlerini henüz açmış kara saçlı, kara gözlü bir bebekti. Alacan ailesinin sakin mizaçlı, nazikendam gelini Azra Hanım, oğlunun gelişiyle beraber uzun zamandır kocasıyla arasında sürüp giden huzursuzluğun da son bulacağına inanmış, bu küçücük yavrunun, evliliklerinde oluşan çatlakları tek tek sıvayacağını düşünmüştü. Saatler süren zorlu bir doğumun ardından Ebe Hatun, Mihran’ı kucağına verdiği ilk anda her şeyin daha iyi olacağına dair beslediği inanç hepten artmış, acıdan morarmış dudaklarını oğlunun pespembe alnına götürüp de ona ilk öpücüğünü sunduğu sırada belli belirsiz bir sesle, “Bismihû,” diye mırıldanmıştı.
“Esirgeyen ve bağışlayan Allahın adıyla! Ey benim güzel Rabbim; sen, oğlumu bütün yarattıklarının şerrinden koru! Onu her daim mutlu ve huzurlu bir insan kıl! Bahtını açık, tecellisini aydınlık et. Bilirim ki hayatın yanılgısı yok. Sen ki bizlere bir şâhreg kadar yakınsın, öyleyse şu aciz kulunun duasını da yüce bergâhından geri çevirme ve hiç değilse yavrumu hayat yolunda muvaffak et!”
Ne var ki Azra Hanım’ın umduğunun aksine Mihran’ın gelişi hiçbir şeyi değiştirmemiş, kocasıyla arasında sürgit devam eden kavgalar eskiye nazaran daha da sıklaşmış, şiddetlenmişti. Emir Bey, gün be gün evinden, ailesinden uzaklaşmaya devam ederken, evliliklerinde de onulmaz yaralar açılıyordu. Azra Hanım’ın beklentileri susuz kalmış bir çiçek misali hızla kuruyup solarken, Emir Bey’in yeni sevgilisine dair beslediği aşk ise günden güne yeşeriyor, bir gül gibi katmerlendikçe katmerleniyordu. Bir kadın için en çaresiz andı bu an. Sevdiğinin gönlünden düşmek ve artık sevilmediğini kabullenmek… Artık ne yapsa dolmayacak bir boşlukla yaşamaya çalışmak… Bunun böyle sürüp gitmeyeceğini de biliyordu Azra Hanım. Gün gelecek, kocası o yol ayrımında duracak ve ya geçmişi, ya geleceği seçecekti. Ya gerisingeri karısına dönecek ya da alıp başını bambaşka bir tenin gölgesinde yürüyecekti. En fenası da hangi yolu seçerse seçsin, bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve Azra Hanım, kocasının vardığı o yol ayrımından sonra aynı kadın olarak kalmayacaktı. Ne kadar istese dahi bir daha asla aynı muhabbetle bakamayacaktı kocasının gözlerine.
Emir Bey, ılık bir Nisan sabahı genç sevgilisiyle beraber çekip gittiğinde Azra Hanım, kendini bu gerçeğe ne kadar hazırlamış olursa olsun gene de üzüntüsünden çıldıracak gibi oldu. Yüreğine inen bu devasa alev topuyla nasıl baş edeceğini bilemeyerek kendini yatak odasına kapattı ve günler boyu uyudu. Oldum olası uykunun iyileştirici bir güce sahip olduğuna inanırdı. Sanki