Yataktan kalkınca koşar adım banyoya gidip uzun uzun işedi. Sıcak bir ağustos öğle sonrası denizden esen serin bir rüzgâr insanın içini nasıl hafifletirse, bir an için tüm vücudunun öylesi bir hafiflikle sallandığını hissetti. Mutfak ve oturma odasının iç içe olduğu geniş salona geçtiğinde, bakır küllükte duran ve bitmeden söndürdüğü bir sigaranın ucunu yeniden ateşleyip, ocağa su koydu. Odanın içi darmadağındı fakat Mihran’ı asıl huzursuz eden dağınıklık, odanın içindekinin aksine çalışma masasının üzerinde duran kâğıt yığınları arasında gizliydi. Çünkü etrafa saçılan boş bira şişelerini, buruşturulmuş sigara paketlerini, kurumuş yemek artıklarıyla kaplı tabakları, bayatlamış yiyecekleri, rastgele fırlatılmış ter ve tütün kokan kıyafetleri her nasılsa toparlayabiliyor, ne var ki çalışma masasının üzerine saçılan sözcükleri bir türlü yerlerine koyamıyor, onları bir araya getirip de cümle kapısını aralayamıyordu. Kaynayan suyu fincana alıp, içine üç kaşık kahve attı. Her sevişme ertesi olduğu gibi gene huzursuz hissediyordu kendini. Aslında sadece sevişmeleri takip eden saatlerde değil, günün her anı bitimsiz bir sıkıntı içinde kıvranıp duruyordu. Uzun zamandır süregelen ve gün geçtikçe de yok olması imkânsıza dönüşen bir durumdu bu. Bazen bir yumrukta dağıtıvermek istiyordu kendini. Eğer böyle bir şeyin mümkünü olsaydı ve insan kendi yumruğuyla yere serebilseydi kederini, bu yolu mutlaka denerdi Mihran. Oysa yeryüzündeki en zor şeydi bir insanın kendi kederiyle dövüşüp de onu nakavt edebilmesi. Aslında mutluluk denen kavram onun için hiçbir zaman önemli olmamıştı ama söz konusu huzur olunca işte o bambaşka bir meseleydi. Belki de huzur, bir insanın şu hayattaki ruh güvenliği demekti. Çünkü nereden geleceği belli olmayan bir mutluluğu bekleyerek gün be gün eksiliyordu insan. Hâlbuki basbayağı onsuz da devam edilebilirdi hayata. Ama huzur yoksa hayat da yoktu ve huzurun bittiği yerde şüphesiz ki yaşam da son buluyordu. Belki kalp yine her zamanki ritminde atmaya, böbrekler tüm hızıyla çalışmaya ve mide, yuttuğu her şeyi enzimleyerek parçalamaya devam ediyordu ama ruh, çalak bir soğuğa kesiyor ve yağmurun ısladığı bir zemin kadar kayganlaşarak üzerindeki hiçbir umudun kayıp düşmeden ayakta kalmasına müsaade etmiyordu. O vakit insan, freni boşalmış bir otomobil gibi ölümün kıyısına doğru hızla sürüklenmeye başlıyor, kendini yaşama bağlayan insani coşkusunu da bütünüyle kaybediyordu.
Böyle zamanlarda İskenderun’daki taş evin salonunu boydan boya kaplayan pencerelerin önündeki sedire uzanıp da başını annesinin dizlerine koyduğu vakit içine dolan o pamuksu huzuru delicesine özlüyordu Mihran. Her gece oyuncak bir ayıya sarılır gibi sarmaş dolaş uyurdu ruhundaki o tatlı huzur duygusuyla. Körfezden geçen gemilerin düdük sesleri, salonu dolduran eşyaların gece karanlığında oynaşan gölgeleri, camlı dolabın raflarında dizili duran seramik balerin bibloları, annesinin büyük bir özenle diktiği sümbülteber rengindeki minder kılıfları, büyükannesinin bakır kül tablasının yanına iliştirdiği tarot destesi, tavandaki lambanın bir türlü yanmayan ampulleri, salonun tam ortasına yerleştirilen masanın üzerindeki karanfil desenli lokumluk ve üstü çiçek motifleriyle süslü üçgen masa örtüsü ile duvarda asılı duran saatli maarif takvimi… Hızla geçip giden bir hayatın içinde fazlasıyla küçük ve önemsiz gibi görünen bütün bu detaylar Mihran için büyük bir huzur kaynağıydı. Her yemek sonrası büyükannesinin kavuniçi renkli yeleğinin cebinden çıkardığı bir avuç beyaz kişnişli nane şekeri bile dünyanın ne denli güzel ve yaşanmaya değer bir yer olduğunu hatırlatırdı ona. Şimdi kendini bu kadar huzursuz ve çaresiz hissederken, yıllardır aklına gelmeyen ve çoktan unuttuğunu zannettiği bütün bu ayrıntılar gözünün önünde birer birer canlanıyor, senelerdir içine hapsedildikleri hafıza odalarından yavaşça dışarı sızıyorlardı. Böyle zamanlarda kendini tıpkı yıllanmış bir antikacı gibi hissediyordu Mihran. Meğer fakında olmadan ne çok şey biriktirmişti hafızasında. Seneler bir kule misali gitgide yükseldikçe, belleğindeki antikacı dükkânının içi de hızla doluyordu sanki. Gördüğü, işittiği, hissettiği her şeyi biriktiriyordu orada. Yediği ilkyaz dondurmasının tadı, annesinin mezarına bıraktığı bir demet karanfilin acısı, ilkokul öğretmeni Topal Rüştü’nün kravatına iliştirdiği iğne, mutfakta kaynatılan ayva reçelinin iştah kabartan kokusu, karyolasının başında asılı duran meleklerin henüz açılmamış kanatları, ilk aşkın yarattığı o meşhur iç bulantısı, bir kadının üzerinde gördüğü ilk sutyen ve onun bir türlü açılmak bilmeyen kopçası… Hepsi ama hepsi eksiksiz bir biçimde oradaydılar işte, belleğindeki antikacı dükkânının içinde. Kimi zaman Mihran, içlerinden rastgele bir tanesini seçip gün yüzüne çıkarıyor ve onunla uzun uzun dertleşiyordu. Dile gelen tüm anılar, “Çok, çok uzun yıllar önce…” diye başlıyorlardı söze. Zaman içinde bu söz, Mihran’ın belleğindeki antikacı dükkânının da ismi hâline gelmiş ve hayali bir tabelanın üzerine kocaman harflerle işlemişti bu garip ama anlamlı ismi. “ÇOK, ÇOK UZUN YILLAR ÖNCE…”
Ne var ki geçmiş zamanın izlerinden sıyrılıp da şimdinin o boğuk atmosferine döndüğü vakit, kendini yine bitmek tükenmek bilmeyen bir huzursuzluğun içinde buluyordu. Zihnindeki her şeyin parça parça dağıldığını hissediyor ve şaşırtıcı bir biçimde her parçanın da kendi içinde hızla infilak ederek evvela yüreğinden zihnine doğru yükselen sabır ve sükût damarlarını tıkadığını fark ediyordu. Gün geçtikçe isminden, esmasından, özünden ve tıynetinden bir adım daha uzaklaşıyor ve ki içine girdiği bu yeni kalıpta sonsuza dek donup kalacağı hissine kapılıyordu. Bu denli gayesiz bir adam olmak da kimi zaman kanına dokunmuyor değildi ama huzurun olmadığı yerde insanı yaşama bağlayan tüm duygu ve arzular da anlamını yitiriyordu nihayetinde, yapacak bir şey yoktu. Mihran da nicedir taş kesmiş bir bez parçası gibi öylece kalakalmıştı işte. Yüreğine ektiği hiçbir tohum filiz vermiyor; can suyu, iyi ya da kötü hiçbir hissi yeşertmeye yetmiyordu. Öyle ki en fazla rıhtıma çarpan bir gemi gibi huzursuzluğunun kıyısına çakılıp kalıyor, bazen de yıllanmış bir iskele gibi kendi kendine gıcırdayıp acı içinde inliyordu. Öte yandan Mihran öyle sanıyordu ki ölüm, tam da buna benzer bir şeydi. Çünkü ölüm, dışarıdan değil içeriden geliyordu ve bazen de insan, ölümün huzurunda secde etmeye, bir uçurum kıyısını kendine kıble edinmeye razı gelecek kadar yaşamak hevesini yitiriyordu. Sanki hayat, lime lime edilmiş et ve ter kokan kirli bir pavyon perdesinin ardına gizleniyor ve insan, onun aslını göremedikçe ölüme daha da yaklaştığı hissine kapılıyordu. Belki de bu yüzden Mihran’a göre her şeyin başı huzurdu, çünkü huzur yoksa hayat da yoktu ve huzurun bittiği yerde şüphesiz ki yaşam da son buluyordu.
Dışarıdan gelip de bütün gün başını şişiren o iğrenç uğultular dindiğinde çaresizce sıcak kahvesine ve kitaplarına sığınıyor, hiç değilse huzursuzluğunu bu yolla biraz olsun hafifletebilmeyi umuyordu. Yine de bazen öyle anlar geliyordu ki hayatın o gündelik rutinini var gücüyle tekmeleyerek yere sermek ve kendini ait olduğu dünyadan tümüyle koparıp bambaşka bir insana dönüştürmek istiyordu. Tabii bu iş sandığı kadar kolay değildi. “Değişmek” ve “dönüşmek” sözcükleri birbirlerine eklenerek çoğalan, mana içre manalar çizerek büyüyen