Fülfül büyüsü. Ece İrem Dinç. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Ece İrem Dinç
Издательство: Maya Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-8068-55-9
Скачать книгу
erişemezler. Bu sırada Hızır ise aniden ortadan kaybolur.

      “Kahraman Hızır nereye gitmiş?” diye sordu Mihran.

      “Hızır, âb-ı hayat suyunu herkesten evvel bulup içmiş ve İskender’in arzuladığı ölümsüzlüğe kavuşarak yerle gök arasındaki berzahta yaşamaya devam etmiş” diye yanıt verdi Azra Hanım.

      Mihran, kahramanlıklarının devamını dinlemeyi umduğu Hızır’ın ansızın ortadan kayboluvermesinden memnun olmamıştı. Vakitsiz ve tıpkı bıçak kesiği gibi bitiveren masallardan nefret ederdi. Başını kaldırıp annesinin yüzüne baktı ve

      “Başka bir kahramanlık yapmamış mı?” diye sordu.

      “Yapmaz olur mu hiç!” diye mırıldandı Azra Hanım. Elini oğlunun göğsüne koyup hafifçe dokundu.

      “O hâlâ burada, bizimle beraber. Özellikle de çocukların yanında. Ne vakit yüreğimizde dağ kadar büyük bir gam birikir, işte o vakit Hızır da hemen yanı başımızda bitiverir. Bizi korur, kollar. Zulüm üstüne zulüm görmemize mani olur.”

      Kahraman Hızır’ın hâlâ buralarda bir yerde olması Mihran’ın içini rahatlatmıştı. Derin bir nefes alıp, “Anne!” diye seslendi, “Sen hiç ondan yardım istedin mi?”

      Bu beklenmedik soru karşısında Azra Hanım’ın gözleri bulutlandı, bakışlarına koyu bir keder indi. Mahir bir manevrayla oğlunun küçücük ellerini avuçlayarak öptü. Mihran, annesinin dudakları arasından sızan belli belirsiz nefesi, şefkatle içine çekti. Azra Hanım, oğlunun sorusunu yanıtsız bırakırken, şuurunu kaybetmiş bir demkeş edasıyla bakışlarını yerdeki kilimin üzerine doğru devirdi ve kırık dökük bir sesle, “O,” diye mırıldandı.

      “O, bana ne yapmam gerektiğini söyledi.”

      Mihran Azraf Alacan, 1949 yılı Mayıs ayının ikinci Perşembesi, saat sabahın üçünü otuz yedi dakika on bir saniye geçe, ölüm denen şeyi ilk defa annesinin çehresinde bu kadar yakından gördü ve Azra Hanım’ın paslı bir çengelin ucunda sallanan cansız bedenine bakarken, “Hızır!” diye seslendi içinden.

      “Ben büyüyünce ne yapacağım?”

      Hızır ise oradaydı, Mihran’ın tam yanında, bir şah damarı mesafesinde duruyordu. Usulca kulağına eğilip, “Ey çocuk!” diye fısıldadı.

      “Büyüyeceksin! Büyüdüğün vakit şu dünyadaki bazı insanlar için ölümün tek çare olduğunu ve hayatın mazur görmediği buhranları ancak ölümün dindirebildiğini anlayacaksın. Şüphesiz ki yaşadığın bu acı, seni pek çoklarından daha evvel büyütecek. Lâkin gün gelecek, ömrünün Sahrası’nda yeniden mutlu bir siyabüş gibi bitecek ve acı ile kavrulmuşların ezberden bin efsun okuyabildiklerini göreceksin!”

      Bu korkunç hadisenin ardından Mihran’ın büyükannesi, hiç değilse bundan böyle Rabbinin, torununun tecellisini aydınlık kılması umuduyla nice adaklar adayıp, onlarca besili kurbanın kanını akıttı. Kocasının deyişiyle o melunlar diyarı İstanbul’dan sonra İskenderun da onlara bir dem huzur bahşetmemiş, hayatlarına feverandan başka bir şey getirmemişti. Fakat Behnane Sultan kararını vermişti. Torunu Mihran, büyüdüğünde İskenderun’da kalıp da geçmişiyle rûberû olmayacak ve gerisingeri İstanbul’a dönecekti.

      Behnane Sultan’ın kararı kati idi.

      3. Bölüm

      HAYAT

      An gelir, önce bir insan durur.

      Sonra bir sokak, derken bir semt ve bir şehir…

      Bir bakmışsınız, paldır küldür yıkılır bütün bulutlar.

Attila İlhan

      1

      Bazen Deli Olmama Ramak Kaldı Diye Düşünüyorum

İstanbul 1967

      Eğer bu kadar taşralı ve saf bir adam olmasaydı, yanı başında uyuyan şu liman fahişesi kılıklı kadınla birkaç defa daha sevişebilir, tıpkı esmer bir çikolatayı andıran çıplak, narin vücudunu -hiç çekinmeden- doyasıya seyredebilirdi. Belki üzerine de bir keyif cigarası patlatır, ardından da morfin yemiş koca bir fil misali kendini yeniden yatağa bırakırdı. Hâlbuki Mihran gibiler için “taşralı” ve “saf” sözcükleri kuvvetli birer uyarıcı niteliğindeydi. Söyler söylemez insanı kendine getiren, dışarıdaki dünyadan koparıp da bütünüyle içe döndüren, ayıltıcı, tekmilci ve koruyucu bir özelliğe sahiplerdi. Mesela taşradan gelen adamlar, o büyük şehir zamparaları gibi kollarına aldıkları her kadını aç bir gaga gibi doya doya dişleyemezlerdi, erkekliklerinin olduğu kadar çapkınlıklarının da bir sınırı vardı. Mihran da zaman içinde nefsi ile ahbap olmayı öğrenmiş, saf fakat bir o kadar da sabit fikirli bir adamdı. Onun arzuları hiçbir zaman seyyahlık oyununa soyunmamış, o hayalden öbürüne doğru fütursuzca akmamıştı.

      Kalkıp kendine sert bir kahve hazırlamayı düşündü. Başucunda duran cep saatine uzanıp baktı, beşe on iki vardı. Akşamdan kalma bol briyantinli saçları, sokak lambasından içeri sızan ölü ışığın altında hafifçe parlıyor, ince bir kemiği andıran kısa kavisli kaşlarının üzerine dökülen bir tutam saç ise yüzüne çocuksu bir ifade veriyordu. Şişkin, inik gözkapaklarını güçlükle aralayıp, sol yanında uyuyan kadının çıplak vücuduna baktı. O an Mihran’ın yerinde başka bir adam olsaydı belki, yanı başında gördüğü bu güzellik karşısında kendini cennette zannedebilirdi. Oysa Mihran için o an, o yatakta olmak tam bir cehennem hissiydi. İçi bulanıyor, başı dönüyor ve bir an evvel içine düştüğü bu cehennem hissinden kurtulup olabildiğince uzak bir yere, hatta mümkünse başka bir zamana ve hayata doğru kaçmak istiyordu. Uykuya dalmadan önce içtiği üç paket sigara ve devirdiği koca bir şişe rakının ardından ağzının içinde küfümsü bir tat kalmıştı. Bu tattan oldum olası nefret ederdi. Çünkü it gibi içtiği akşamların devrisinde oluşan bu iç bulandırıcı tat ona her seferinde yalnızlığı ve çaresizliği hatırlatırdı ki Mihran bu iki sözcükten de ölesiye tiksiniyordu.

      Okumayı öğrendiği ilk andan itibaren, günlük hayatta sıkça kullanılan pek çok sözcüğün tek bir anlamdan ibaret olmadığını keşfetmiş ve bu keşifle beraber özellikle üzerinde tesir eden bazı sözcüklerin terkisinde gizlenen anlamları bir dilbilimci titizliğiyle araştırır olmuştu. Zaman içinde sözcüklerin yalnız başlarına var olmadıklarını ve harflerin dizilişi bakımından birbirlerine fazlasıyla yakın olan başka sözcüklere eklenerek tıpkı durgun bir suya fırlatılan taş misali, çember içre çemberler çizerek çoğaldıklarını öğrenmişti. Mesela “yalnızlık” sözcüğü, bir varlığın yalnız olma durumunu, kimsesizliğini, ıssızlığını ve tenhalığını ifade ederken, “çaresizlik” sözcüğü ise çaresi bulunamayan, çare bulamayan, biçare anlamına geliyordu. Ne var ki bu iki sözcük birbirinin ruh eşi ve ki yekpare bir bütünün de iki yarısı gibiydiler. Çünkü çaresizlik, beraberinde yalnızlığı getiriyordu ve yalnızlığın olduğu yerde er ya da geç ince bir çaresizlik de peyda oluyordu. Her ikisi de gelişi kolay ama gidişi zor sözcüklerdi. Bir insanın hayatına kolayca dâhil olabiliyor fakat aynı şekilde yok olup gitmeyi de asla kabullenmiyor, her daim sorun yaratan eski bir sevgili gibi türlü rezillikler çıkarıyor, çirkeflikler yapıyorlardı. İşte tam da bu sebeple Mihran, görünüşleri bakımından pek naif ama yaradılışları bakımından bir hayli çirkin ve özü bozuk olan bu iki sözcükten ölesiye nefret ederdi.

      Üzerinde kestane kanatlı çil kuşlarının oynaştığı yorganı kadının çenesine kadar çekip bıraktı. Onun çıplak esmer tenini görmeye daha