Meslek hayatının sonlarında Steinbeck, değişen başarı seviyelerinde farklı tür ve biçimlerle hevesli denemeler yaptı. Bu çağdan geriye, Monterey’in sanayi mahallesinde geçen pikaresk bir hikâyesi olan Sardalye Sokağı (1945) ve “Yaratılış” kitabının Salinas Vadisi ortamında yeniden anlatımı olan Cennetin Doğusu (1952) kitapları kaldı. Steinbeck, Cennetin Doğusu’nu en iyi eseri –ve inkar edilemez şekilde en çok satan romanı– olarak düşünmesine rağmen eleştirmenler onu fazla nasihatçı ve sert buldular. Yine de, bölgenin tarihinin ve insanlarının ayrıntılı ve zengin bir resmini sunarak, Steinbeck’in California’nın önde gelen edebî yorumcusu olma şöhretini pekiştirdi,
1962’de Steinbeck, “sempatik mizahı keskin bir sosyal algıyla birleştiren… gerçekçi ve düşsel yazıları” sayesinde edebiyat dalında Nobel Ödülü’nü almaya hak kazandı. Bu eşsiz kabiliyeti –fakirliğin acımasız ve sert bir betimlemesiyle kuşatıcı bir iyimser bakışın birleşimi-Steinbeck’e Amerikalı romancılar arasında kalıcı bir yer kazandırdı.
1. Nobel Ödülü kabul konuşmasında Steinbeck, “İnsanın mükemmelliğine tutkuyla inanmayan yazarların, edebiyata ne bağlanabileceğini ne de bir aidiyeti olabileceğini,” belirtti.
Mona Lisa
Lenardo da Vinci tarafından takriben 1505’te yapılan Mona Lisa tablosu, Rönesans kadın portresinin ilk örneği olarak görülmektedir. Bir kavak tablo üzerine yağlı boya çalışılan eser, 54 santimetreye 79 santimetre ölçülerindedir. Görece küçük boyutuna ve basit kompozisyonuna rağmen, dünyadaki en ünlü tablolardan biridir.
Mona Lisa’da resmedilen kadının kimliği gizli kalmıştır. 1550’de da Vinci’nin biyografisini yazan Giorgio Vasari’ye göre kadın, Floransalı tüccar Francesco del Giocondo’nun eşi olan Lisa di Antonio Maria Gherardini’dir (Mona, İtalyanca “hanımefendim” demek olan “ma donna”nın bir kısaltmasıdır). Ancak bu kimlik saptama problemlidir, çünkü da Vinci bu resmi herhangi bir hamiye vermemiş, 1519 yılında ölene kadar kendine saklamıştır. Yakın zamanda Bell Laboratuvarları’ndan Lillian Schwartz, da Vinci’nin kendine ait bir portresi olarak görülen bir çizimle Mona Lisa’nın dijital bir karşılaştırmasını yaptı. İki suret arasında bulduğu benzerliklere dayanarak Schwartz, resmin da Vinci’nin kendisinin kadın formunda bir portresi olduğunu iddia etti. Bu teorinin de savunulması zordur, çünkü sözde kendi portresine olan gönderme şüphelidir. En olası teori ise, Mona Lisa’nın bir portre değil, da Vinci’nin ideal kadın imajı olduğudur.
Temaya bakılmaksızın resim, da Vinci tarafından sfumatonun, yani gizemli bir ruh hali yaratan yumuşak, puslu ana hatların, harikulade kullanımını gösterir. Bu tekniği kullanan da Vinci, kadının ifadesini belirsiz kılmayı başarmıştır. Mona Lisa’nın gülümsemesinin kusursuz doğasına daha fazla mürekkep harcanmıştır; gerçekte onun hali, bakıldığı açıya bağlı olarak değişiyor görünmektedir.
Mona Lisa, da Vinci’nin ölümünden beri sancılı bir geçmişe sahiptir. I. Francis tarafından 4.000 altına satın alınmıştır. Louvre’daki koleksiyona dahil edilmeden önce, Napoleon Bonaparte’ın yatak odasında ve Versailles’da asılıydı. 1911’de Louvre’dan çalınıp iki yıl sonra Floransa’da bir otel odasında tekrar ortaya çıktı. 1956’da birisi Mona Lisa’nın alt yarısına asit püskürterek zarar verdikten sonra resim, koruyucu çift katlı bir camın ardına yerleştirildi.
Milgram Deneyi: İtaat Dersleri
1960’larda Yale Üniversitesi’nde bir psikolog olan Stanley Milgram, itaat üzerine korkutucu bir dizi deney gerçekleştirdi. Milgram, bir durumun bir kişinin bilincini nasıl etkisi altına alabileceğini gösterdi. Bulguları; Yahudi Soykırımı, My Lai Katliamı ve Ruanda’daki soykırım gibi zamanımızın bazı büyük vahşetlerini açıklamak için kullanıldı.
Milgram, erkek ve kadın deneklerini hukukçuları, itfaiyecileri ve inşaat işçilerini içine alacak şekilde hayatın tüm alanlarından seçti. Hepsi, saati 4.50 dolara, öğrenme ve cezalandırma üzerine bir deneye katılmaya hazırdı. Denekler, görüş alanı dışında olan ama yan odadan duyabilen bir “öğreniciye”, bir çağrışım sözcükleri listesini okuyan “öğretici” olarak davranmak üzere, beyaz önlüklü bir doktor tarafından yönlendirildiler. Eğer öğrenici bir çağrışımı yanlış algılarsa, o zaman öğreticiden her bir yanlış cevabın arkasından öğreniciye voltajı arttırarak elektrik şoku vermesi istendi. İlk şok, “hafif şok – 15 volt”, sonucusu “tehlike: ciddi şok – 450 volt” olarak etiketlendi.
Elbette, gerçek deney, ne kadar cezalandırmayı üstlenebileceklerini görmek üzere öğreticiler üzerineydi. Bir oyuncu olan öğrenici, 180 voltta acıya dayanamayacağını feryatlarla iletiyordu, 300 voltta katılmayı reddediyordu, 330 voltta sessizlik vardı. Stanley Milgram’ı şaşırtan şey ise deneklerin % 65’inin, öğrenicinin hafif bir kalp sorunu olduğu söylenmesine rağmen sonuna kadar gidip 450 volta basmalarıydı. Öğreticilerin pek çoğu ciddi şekilde rahatsız olmuştu –bolca terleyerek ve dudaklarını ısırarak– ama beyaz önlüklü deneycinin kışkırtmasıyla, ahlaki vicdanlarına rağmen devam ettiler.
Milgram’ın bulgusu, 1960’ların akademi camiasını hem etik açıdan tartışmalı yöntemleri hem de ürkütücü sonuçlarıyla dehşete düşürdü. Ama bu araştırma, sıradan insanların otoritenin varlığı ile insanlık dışı hareketler yapmak üzere harekete geçirilebileceğini açıkça gösterdi. Milgram aynı zamanda deneğin psikolojik olarak kurbandan uzakta olmasıyla, daha çok acıya neden olacak emirleri daha rahat uyguladıklarını keşfetti. Öğreticilerden sadece soruları okuyan ama şokları yönetmeyenlerin % 90’ı deneyi tamamladı. Ancak şokları yönetmek üzere öğreniciyle temas kuranların yalnızca % 30’u 450 volta kadar çıktı.
1. Milgram deneyleri, Avustralya, Almanya, Ürdün ve diğer bazı ülkelerde tekrarlanmış, hepsinde de benzer sonuçlar vermiştir.
2. Milgram, kadın ve erkekler için eşdeğer itaat oranlarına ulaştı.
Brandenburg Konçertoları, Johann Sebastian Bach
Bach’ın Cothen’de yaşadığı sıralarda bestelediği bu altı konçerto, 1721’de Brandenburg Uç Beyi’nden verilen bir sipariş üzerine hazırlandı. İçinden beşi üç bölüm biçimindedir; hızlı-yavaş-hızlı ve diğeri –ilki–, iki dans içeren altı bölüme sahiptir. Konçertolar, Bach’ın solo enstrümanlar ve zarif bir kontrpuanla yarattığı hırslı bir bileşim olmalarıyla bilinir. Brandenburg Konçertoları aynı zamanda Alman barokunun katı üslubunun ve Antonio Vivaldi gibi bestecilerin verdiği hafifletici keyfin en iyi karışımı olarak da görülürler.
Solo keman, üç obua, telliler, fagot ve iki korno için yazılan ilk konçerto, iki korno ile ve diğer tahta nefesli saz bölümleri arasında hareketli bir diyalog ile başlatılır. İkincisi –trompet, blok flüt, obua, solo keman ve telliler için– mümkün olan tüm solocu dizilimleri kullanır. Üçüncü konçerto, keman, viyolonsel ve solo olarak çello üçlüsünün orkestradaki tellilerle beraber gruplarını kullanır. Bu alışılageldik değildir çünkü solocular genellikle arkalarındaki orkestrayla aynı parçaları çalarlar. Beşinci konçerto solo keman, flüt, klavsen ve telliler için; altıncı konçerto ise iki solo keman, zayıf orkestra tellileri (keman olmadan) ve solo çello