Dehası ve şöhreti sayesinde da Vinci, diğer sanatçılar için ölümsüz bir ilham kaynağı oldu. Çağdaşı Raphael, Atina Okulu adlı ünlü Vatikan freskinde Platon figürü için model olarak onun suretini kullandı. Daha yakın zamanlarda da Vinci, Uzay Yolu gibi dizilerden Da Vinci Şifresi adlı çok satan ve 2006’da beyaz perdeye uyarlanan romana kadar, geniş bir kurgu aralığında karşılaşılan bir karakter oldu.
1. 1999’da da Vinci’nin devasa bir binici heykeli modelinin, biri Michigan’daki Grand Rapids’de, diğeri Milano’da olmak üzere iki büyük boy kopyası izleyicilerle buluştu.
2. Ocak 2005’te, Floransa’da Santissima Annunziata Kilisesi’nin yanındaki bir manastırda bir dizi mühürlü kapı keşfedildi. Bazıları bunların, da Vinci’nin gizli atölyesinin kapıları olduğuna inanmaktadır.
Depremler
Yerkabuğu, donmuş bir okyanus üzerindeki buz gibi, yeryüzünün ergimiş çekirdeği üzerinde yavaşça hareket eden ve kalınlığı toplamda seksen kilometreye ulaşan pek çok katmandan oluşur. İki katman birbirinden ayılırsa, çarpışırsa veya birbirine sürterse, sonuç bir depremdir. Depremler her yıl yaklaşık 10.000 kişinin ölümüne neden olur.
Bir depremin kaynaklandığı noktaya, deprem merkezi denir. Deprem merkez üssü, depremin merkezinin dikey olarak üzerinde, dünyanın yüzeyine tekabül eden noktadır. Eğer depremin merkezi yeryüzünün derinlerindeyse, sarsıntı çok fazla zarara yol açmayabilir. Ama sarsıntı yüzeye yakınsa, felaket yaşanabilir. Depremler, zemini sallayan çeşitli dalga tipleri üretir. İlki, ana dalgalar veya P-dalgaları denenlerdir. Ses dalgaları gibi, zemini bastırıp gevşeterek boylamsal bir şekilde akarlar. Dünyanın bir ucundan öteki ucuna yirmi dakikada ulaşabilecek kadar hızlı ilerler ama az zarara yol açarlar.
Dalganın ikinci tipine S-dalga denir. S-dalgalar, duvarları ve çitleri yerinden çıkararak yavaşça ve çaprazlamasına hareket ederler. Son dalga tipine ve şimdiye kadar görülen en tehlikeli olanına ise L-dalga denir. L-dalgalar, zeminin okyanuslardaki dalgalar gibi yukarı ve aşağı hareket etmesine sebep olarak yer kaymalarına, yangınlara ve tsunamilere yol açar. Yeryüzünün, bir depremin ardından yeniden kendini ayarlaması için, bunu pek çok artçı sarsıntı –zeminin yerine oturmasıyla açığa çıkan küçük yer sarsıntısı– takip eder. İlk depremle zayıflayan binalar çoğunlukla artçı sarsıntılar dolayısıyla çöker.
Bir depremin yoğunluğu, Richter ölçeğiyle hesaplanır. Ölçekteki her bir sayı, onluk bir artışla temsil edilir. Bir 3.0, bir 2.0’den on kez ve bir 1.0’den yüz kat daha güçlüdür. Şiddeti 4.0’ten düşük depremler genelde yüzeyde hissedilemez. Şiddeti 6.0’dan yüksek depremler güçlü hissedilirken, 7.0’den yüksek olanlar ciddi olarak göz önünde bulundurulur. En feci depremler, iki katmanın birbiriyle çarpışmasıyla (Alaska ve Şili’de gerçekleşti) ortaya çıkan, şiddeti 9.0’un üzerinde kaydedilen depremlerdir.
1. Oakland Atletizm ve San Francisco Devleri arasındaki 1989 Dünya Beyzbol Serisi, oyunlarda on günlük gecikmeye neden olan 7.1 büyüklüğünde bir depremle kesilmiştir.
2. Yanardağ patlamaları da depremlere neden olabilir. Endonezya’da 1883’te Krakatoa patladığında, patlama şiddeti o kadar yüksekti ki 3.000 kilometre ötedeki Avustralya’nın Perth kentinde duyulabildi.
3. Bir Hint efsanesine göre dünyayı dört fil taşır. Bir kobra yılanının tepesinde denge halindeki bir kaplumbağanın sırtında dururlar. Bu hayvanlardan herhangi birinin hareketi bir depremi başlatır.
4. Mozambik yerlileri yeryüzünün insanlarla aynı sorunlara sahip, yaşayan bir varlık olduğuna inanırlar. Soğuk alıp hasta olduğunda ve öksürdüğünde, sarsıntı hissederiz.
Henry Purcell
İngiliz saray müziği geleneğinin içine doğan Henry Purcell (1659-1695), Westminster Abbey’deki kraliyet müzisyenlerinden biri olan Thomas Purcell’in oğluydu. Henry, müziğe Kraliyet Şapeli’nde çocuk korusunda başladı, ama hemen, Westminster Abbey’de orgcu olarak iki dönem hizmet eden ve çağın önde gelen İngiliz bestecilerinden biri olan John Blow’un (1649-1708) talebesi oldu. Purcell 1677’de telli çalgılar için basit ama güzel Fantaziler’ini yazarak kraliyet telli çalgılar topluluğu olan Kralın Kemanları’nın bestecisi oldu.
1679’da yirmi yaşındayken Purcell, Kraliyet Şapeli’nde orgcu olarak hocasının yerini aldı ve kilise müziğinin yanı sıra tiyatroya da ara müziği bestelemeye başladı. 1689’da Dido ve Aeneas isimli en ünlü opera eserini yazdı. O zamanlar opera İngiltere’de pek popüler değildi; çoğu besteci danslı oyunu, İtalyan oratoryolarının melez bir birleşimini, laik Fransız müziğini ve İngilizce şarkıları tercih ediyordu.
Dido ve Aeneas çoğu modern operadan ölçek olarak çok daha küçüktü. Libretto, veya operanın metni, Kartaca Kraliçesi Dido’ya aşık olup sonra onu terk eden, Truva Savaşı’ndan evine dönmek üzere yollardaki bir kahraman olan Aeneas ile ilgilidir. Solocular, korolar ve enstrümantal dansların karışımı olan Purcell’in versiyonunda, kısıtlı sayıda ana şarkıcıya ihtiyaç vardı. Müziğin en iyi bilinen kısımlarının çoğu bas melodi fikrine –üzerine eklenen farklı melodilere eşlik eden tanıdık, bildik tonlar üreten alçak sesli enstrümanlardaki basit ve tekrarlı tema– dayalıydı. Purcell’in temaları, bas melodilerin kısıtlamalarına rağmen dramatiktir ve insanı yakalar. Sonuç, İngiliz besteciler için çığır açan bir eser oldu.
Purcell, Wolfgang Amadeus Mozart ve ondan sonra gelen Franz Schubert gibi, genç yaşta öldü. Buna rağmen, tüm zamanların en büyük İngiliz bestecilerinden biri kabul edilir ve eserlerine Ralph Vaughan Williams ve Benjamin Britten gibi geç dönem İngiliz bestecileri tarafından övgüler yağdırılmıştır.
1. Purcell’in Dido ve Aeneas’ı İngilizce yazılan ilk gerçek operaydı. Önceki eserlerden farklı olarak bu, konuşma kısmını yerine getirmek üzere sanatçılara durak vermeyerek, tümüyle müzikten oluşuyordu.
2. Purcell, ilk eseri olan kısa bir parçayı sekiz yaşında yayınladı.
3. Purcell tarafından yazılan iki ulusal marş, Kalbim Yazıyor ve Sen Tanrım, Kalplerimizdeki Sırları En İyi Bilen, II. James’in taç giyme töreninde ve Kraliçe Mary’nin cenaze töreninde kullanıldılar.
Epikürcülük
Epikürcüler, MÖ IV. yüzyılda Epiküros (MÖ 341-270) tarafından kurulan bir felsefe okulunun takipçisiydiler. Komünal bir şekilde yaşadılar ve siyasi faaliyetten kendilerini çektiler.
Epikürcüler, var olan her şeyin atomlar ve boşluktan veya boş uzaydan oluştuğuna inandılar. Sonuç olarak ruhun kendisi atomlardan oluşur; maddedir ve bedenle beraber ölür. Epikürcüler, tanrılara inanıyor, ama onların insanlarla uğraşamayacak kadar kendi hazlarıyla meşgul olduklarını düşünüyorlardı.
Helenistik dünyadaki çoğu felsefe okulunda olduğu gibi, Epikürcüler soruya odaklandılar: İyi yaşam nedir? Cevapları: İyi yaşam, mutlu bir yaşamdır. Mutluluk, hazzın mevcudiyeti ve acının yokluğuydu. Ancak, hazlara ve acılara dair psikolojileri benzersizdi.
Epikürcüler, hazları statik ve kinetik hazlar olarak ikiye ayırdılar. Kinetik bir hazdan keyiflenme; bir arzuya sahip olmayı, arzuyu tatmin etmeyi ve sonrasında o arzunun yokluğunu deneyimlemeyi içine alıyordu.