Tüm bu gelişmeler üzerine Kösem Sultan, Sümbül Ağa’yı huzuruna çağırdı ve saraydan uzaklaşmasını istedi.
Turhan Sultan’dan sonra Kösem Sultan’ı da karşısına alan Sümbül Ağa’nın saraydan uzaklaşmaktan başka çaresi kalmamıştı. Sümbül Ağa saraydan uzaklaşmak için hacca gitmeye karar verdi. Padişahtan izin alarak yola çıktı.
Sarayda bu gelişmeler yaşanırken, Sultan İbrahim kendisine sunulan birbirinden güzel cariyelerle gününü gün ediyordu. Turhan Sultan’dan sonra Dilaşup ve Muazzez Hanımları da haremine aldırmış ve onlardan iki kız, iki erkek çocuğu olmuştu.
Bu neticeden sarayda mutlu olan tek kadın, hanedan neslinin devamını düşünen Kösem Sultan’dı.
Sultan İbrahim kadınlarla sefahat alemlerinde gününü geçirirken Kösem Sultan devlet işleriyle uğraşıyor, zengin eyaletlere kendi adamlarını vali olarak atıyordu.
Padişah ise hasekilerinin sayısını günden güne arttırıyor, zevkine zevk katmak için yeni getirilen güzel ve körpe cariyelerle vaktini geçiriyordu.
Sultan İbrahim, bu yorucu yaşam tarzı yüzünden artık zayıf düşmeye de başlamıştı. Zaten şehzadeliği boyunca on beş sene hapis hayatı yaşadığı için aklı ve sağlığı pek de yerinde değildi. Sağlık sorunlarının yarattığı sıkıntıların yanında devlet işlerini de validesine bıraktığından sarayın dışındaki halkın ne tarzda yaşadığı hakkında en ufak bir fikri bile yoktu.
Sultan İbrahim, bir akşam eğlencesini saray dışına taşımak maksadıyla şehri gezmeye çıkmıştı. Ayasofya civarında gezinirken hasta bir kadının sokak ortasında inleyerek ağladığını gördü ve yanına yaşlaşarak derdini sordu:
“Neden ağlıyorsun hatun?”
“Hastayım.”
“Hastanın sokakta işi ne?”
“Yatacak yerim yok!”
“Gökten mi indin? Şimdiye kadar nerede yatıyordun?”
“Evimde. Fakat bu sabah kocam beni sokağa attı. Dokuz aylık gebeyim, Padişahım!”
“Ne fenalık yaptın da evinden kovuldun acaba?”
“Ben bir fenalık yapmadım, padişahım! Kocam evimize saraydan bir cariye kaçırdı ve beni sokağa attı.”
Bu sözleri duyan padişah, yanındaki yeniçeri ağası Musa Paşa’nın yüzüne bakarak: “Sarayda olup biten işlerden benim neden haberim olmuyor?” diye çıkıştı.
Gebe kadın gözlerinin yaşını silerek, Sultan İbrahim’in ayaklarına kapandı:
“Padişahım, ben namuslu bir kadınım. Karnımdaki çocuğa merhamet ediniz ve beni evime kabul etmesini kocama emrediniz! Minik şehzadelerinizin ve sevgili hasekilerinizin başı için beni bir köpek gibi sokak ortasında yavrulama tehlikesinden kurtarınız!” dedi.
Kadın, kendisine yardım etmesi için padişaha yalvarırken, Sultan İbrahim kadının durumunda ziyade saraydan kaçırılan cariye meselesiyle ilgilendi;
“Kocanın kaçırdığı cariye şimdi nerededir?”
“Evde.”
“İsmini biliyor musun?”
“İsmini bilmiyorum ama uzun boylu, mavi gözlü, sol yanağında iri siyah bir beni olan bir kızdı.”
Padişah gebe kadının söylediklerini duyunca, Musa Paşa’nın kolundan çekerek haykırdı:
“Zerefşan’ı kaçırmışlar! Ne duruyorsunuz? Çabuk o evi bulun!” diye emretti.
Sultan İbrahim, bu garip tesadüfün tesirleriyle hiddetlenerek saraya geri döndü.
Yeniçeri Ağası ise Padişahın emrini yerine getirmek için ondan ayrıldı. Paşa, gebe kadının evini bastığı zaman, Zerefşan ile saraydan birkaç gün önce kovulmuş aşçı yamağını içki sofrasının başında zevküsefa ederken buldu.
Musa Paşa’yı karşılarında görünce şaşırıp kalan iki sevdazede “Cehennem zebanisi çıkageldi, halimiz şimdi ne ola?” diyerek, yeniçeri ağasının ayağına kapandılar.
Zerefşan, yapacak başka bir şeyi olmadığı için paşaya firarının sebebini izah etti.
“Ben aşçı yamağı Hüseyin’i çoktan beri seviyordum. Dün akşam Kösem Sultan beni çağırdı. ‘Kız,’ dedi, ‘sen padişahı memnun ediyorsun! Bu yüzden, Turhan Sultan seni çok kıskanıyor, günün birinde sırf sana olan nefretinden dolayı Şehzade Mehmet’i boğma ihtimali bana azap vermeye başladı. Yarından tezi yok, hemen sarayı terk edip başka bir diyara gidesin. Yoksa benden çekeceğin var!’ dedi. Ağam işte ben de bu yüzden Hüseyin’e kaçmaya mecbur oldum. Bu işte benim bir suçum, günahım yoktur.”
Musa Paşa, Çerkes kızından bu cevabı alınca önce biraz tereddüt etti. Zerefşan, diğer cariyeler gibi akılsız bir kız değildi. Sebepsiz yere padişahın gözdeliğinden vazgeçerek bir aşçı yamağı ile ömrünü geçirmesi için deli olması lazımdı. Duydukları karşısında şaşkına dönen Musa Paşa, evin kapısına bir nöbetçi dikerek “Ben gelinceye kadar buradan bir yere kıpırdamayın. Ben işin içyüzünü öğreneceğim,” dedi ve saraya gidip meseleyi Kösem Sultan’a anlattı. Tüm bu gelişmelerden habersiz olan Sultan İbrahim ise sarayın içini alt üst etmeye başlamıştı:
“Ben, kırmızı dudaklı, turunç memeli dildademi isterim!” diyerek çocuk gibi tepiniyor, haykırıyordu.
Sultan İbrahim’in kararlılığını gören Kösem Sultan, Musa Paşa’yı gizlice odasına çağırdı.
“Hüseyin’in karısının bu işi meydana çıkarmasından endişe ediyordum. Şimdi gidip o kadının canını cehenneme gönder!” diyerek yeniçeri ağasına bir kese akçe uzattı. Emirlerine de kaldığı yerden devam etti:
“Padişah’ın bu istekliliğiyle Sadrazamın Zerefşan’ı buldurması ve himaye etmesi muhtemeldir. Aşüftenin meydana çıkmaması için Hüseyin’e söyle hemen bugün İstanbul’un başka bir semtine taşınsınlar. Bu paraları da ona ver. Dilini tutsun, yoksa onu da karısının yanına yollarım!” dedi.
Musa Paşa saraydan ayrılıp derhal Ayasofya Meydanı’na indi. Gebe kadını eliyle koymuş gibi hemencecik buldu ve “Seni padişah istiyor. Sana bir iyilik yapacak. Haydi, düş önüme!” diyerek kadını kandırıp saraya götürdü.
Hüseyin’in karısı Paşanın sözlerine inanmıştı. Sarayın sessiz bir odasında doğum sancılarıyla kıvranarak, Padişahtan iltifat beklemeye başladı. Halbuki Musa Paşa, dışarıda planını uygulamaya koyuldu. İki yeniçeri birden odaya daldı ve kadının üzerine atıldı.
Yarım saat içinde Hüseyin’in karısı boğulmuş olarak odadan bodrum katına indirildi.
Bu sırada Hüseyin, Zerefşan’la birlikte aynı gün içinde Edirnekapı civarında tenha bir sokakta bulunan iki odalı bir eve taşındı.
Padişah da günler geçtikçe Zerefşan’ı unutmaya başladı.
Kösem Sultan, şımarık ve beyni sulanmış oğlunun etrafı görmesine fırsat vermemek için her gün bin Zerefşan’a bedel kırmızı dudaklı ve tutunç memeli cariyeler bularak, Padişaha takdim ediyordu.
Vaktiyle hapis köşelerinde akli dengesi bozulan Sultan İbrahim,