1. BÖLÜM
Ölüm
“Ölüm geliyor aklıma birden ölüm Bir ağacın gövdesine sarılıyorum.”
Umut, tabutun bulunduğu odaya girdi. Oda kapısını arkasından usulca kapattı. Bir an durup nefesini tutarak, küçük odanın ortasında, bir masanın üzerinde durmakta olan tabuta baktı. İçinde korkuyla merak savaş halindeydi. Ne yapacağını bilemeyerek öylece kaldı bir süre kapının önünde. Savaşın sona ermesini bekledi. Ve sonunda merak kazandı. Umut, zayıf bacaklarıyla tabuta yaklaştı. Kapalı perdelerden içeri güçlükle sızan gün ışığı odayı aydınlatmayı başaramıyor, sadece gizemli bir loşluk yaratıyordu. Umut’un merakını kamçılayan, aynı zamanda korkusunu da besleyen tek şey bu sıradan odaya gizem katan loş ışık değildi ama. Koku da vardı. Odanın havasını iyice ağırlaştıran tuhaf bir koku… Umut’un hayatında ilk kez duyduğu bu koku ölümün kokusuydu.
Nefesini tutarak o kokuyu duymamaya çalıştı Umut. Parmaklarının ucunda yükselerek tabuta ulaşmayı denedi. Başaramadı. Duvarın kenarındaki sandalyeyi aldı. Üstüne çıktı. Artık aşağıdan değil yukarıdan bakıyordu tabuta. Küçük elleri titreyerek tabutun kapağını kaldırdı. Babası, sırt üstü yatmış, ellerini göğsünde kavuşturmuş, uyuyor gibi görünüyordu. Gözleri ve ağzı, bir daha hiç açılmamak üzere sımsıkı kapanmıştı. Merak ile korkunun savaşından yine merak galip çıktı. Umut, elini uzatarak babasına dokundu. Kaskatı ve buz gibi soğuktu. Ama sanki ateşe değmiş de yanmış gibi irkilerek elini geri çekti Umut. O kadar hızlı davranmıştı ki aniden dengesini kaybetti ve sandalyeyle beraber yere devrildi.
Kan ter içinde uyandı. Gözlerini açıp da rüya gördüğünü anlayınca rahatladı bir anda, içi sonsuz bir sevinçle doldu. En büyük dileği gerçekleşmiş gibi mutlu hissetti kendini. Gerçekten de son iki gündür içinden hep, “Uyusam, uyansam ve her şey rüyaymış meğer olsa!” diye geçirmişti. İşte şimdi, her şeyin meğer rüya olduğunu anlamanın rahatlatıcı sevincini ve hafifliğini duyuyordu. Kendi kendine gülümseyerek hafifçe doğruldu. Rüyasında gördüğü odada, divanın üzerinde yatıyordu. Hava kararmıştı. İçeriden belli belirsiz bir takım sesler geliyordu. Birden tüm sesleri bastıran bir ses duyuldu. Köyün imamı mevlit okumaya başlamıştı. Cırtlak sesiyle avazı çıktığı kadar bağırmak suretiyle, okuduklarına kendince duygu katmaktaydı. Fonda duyulan ve giderek şiddetlenen ağlama sesleri de bu konuda başarılı olduğunu ispatlıyordu.
Umut, kafasına şiddetli bir darbe indirilmiş gibi bir anda gerçeği kavradı. Rüya değildi… Babasının ölümü rüya değildi. Sabahki cenaze töreni de rüya değildi. İmamın mevlit okuyan sesi kadar gerçekti. İki gün önce teknesine atlayıp denize açılmıştı babası. Umut da gitmek istemişti onunla. O gün okul yoktu çünkü pazar günüydü. Evde sıkılacaktı. Hafta sonları balığa çıkarken Umut’un da onunla gelmesine genelde izin veren babası, nedense o gün karşı çıkmıştı buna. “Hayır, bugün gelemezsin, evde kal, anana yardım et,” demişti. Kızmıştı Umut ona. Ama hiçbir şey söylememişti. Söyleyemezdi; korkardı, çekinirdi babasından. Bir gün bile elini kaldırmamıştı oysaki babası ona. Bir gün bir fiske vurmamıştı. Köyde çocuğunu dövmeyen tek baba oydu. Bir şeye kızdığı zaman sadece bakardı; ama öyle bir bakardı ki Umut o an yerin dibine girmeyi, bir daha da çıkmamayı dilerdi. O kadar utanırdı kendinden.
Anası çok döverdi, ama ondan hiç korkmazdı Umut. O ne kadar vursa da babasının bir bakışı kadar acıtamazdı Umut’un canını. Ne kadar kızsa, bağırsa da babasının sessizliği kadar işlemezdi içine. Bu yüzden daha çok korkardı babasından ve yine bu yüzden daha çok severdi onu. O günkü gibi bazen çok kızsa da içinden, yine severdi. Onun üstüne, ellerine, kıyafetlerine sinmiş deniz ve balık kokusunu da, onunla beraber balığa çıkmayı da, küçük teknede saatlerce tek kelime konuşmadan denize bakarak oturmayı da, yakaladıkları balıkları kasabadaki balık pazarına gidip satmayı da, sonra kazandıkları paralarla akşam eve dönmeyi de, geceleri onun rakısını yudumlamasını seyretmeyi de severdi. En çok da babasının ona büyük bir adammış gibi davranmasını severdi. Onun yanında kendini bir çocuk gibi hissetmezdi. Oysa başka herkes çocuk muamelesi yapıyordu ona. Sen bilmezsin, sen anlamazsın, çocuklar karışmaz öyle her lafa, büyüklerin işine çocukların aklı ermez… Bıkmıştı bu teranelerden. İnsanların sırf yaşları daha büyük diye kendilerini üstün görmesine aklı ermiyordu bir türlü. Neden onların her şeyin en doğrusunu bildiğini, neden hep onların sözünü dinlemek zorunda olduğunu, neden çocuk olduğu için suçlu muamelesi gördüğünü, ne yapsa ceza verildiğini ve bunun gibi birçok şeyin nedenini anlayamıyordu.
Babası tanıdığı bütün büyüklerden farklıydı. Ama gitmişti. Artık yoktu. Olmayacaktı. Onu bir daha görmeyecek, ellerinin balık ve tütün kokusuyla karışık kokusunu duymayacaktı. Bir anda gözünden yaşlar boşandı Umut’un. Ruhunun isyanı gözyaşlarıyla dışarı taşıyordu. Neden? Neden gitmişti? Neden o gün fırtına çıkacağını tahmin edememişti? Ettiyse neden açılmıştı denize? Hayatı boyunca ona ekmeğini veren deniz birden neden düşman kesilmiş, neden canını almıştı? Neden başkasının babası değil de onunki ölmüştü? Çocuğunu döven kötü bir baba ölseydi ya… Ağlıyordu Umut; yatağın içinde bir cenin gibi büzülmüş, hıçkırıklarla sarsılarak ağlıyordu. Anlayamadığı ve kabullenemediği her şey için ağlıyordu. İki günden beri ilk defa ağlıyordu. Bir rüyada gibi yaşamıştı iki gündür olan her şeyi. Ancak o an idrak etmişti gerçeği. Uyuyup uyandığında hiçbir şeyin değişmeyeceğini… Babasının bir daha geri dönmeyeceğini… Artık hiç “baba” diyemeyeceğini…
Sonunda ev boşalmıştı. Bir takım uzak yakın akrabalar, konu komşu, her Allah’ın günü gelmekten vazgeçmişlerdi. Ne de olsa ölünün kırkı çıkmıştı artık, ne de olsa ölenle ölünmezdi, ne de olsa hayat devam etmek zorundaydı… Cenaze evi havasından sıyrılıp eski haline dönen ev gibi, Umut ve annesi de eski hayatlarına dönmüşlerdi. Ama bu, sadece görünüşteydi. Gerçekte, hiçbir şeyin aynı olmayacağını, olamayacağını biliyordu Umut. Evet, hâlâ eskisi gibi akşam dokuzda yatıp sabah altıda kalkıyor, eskisi gibi yürüyerek okula gidiyor, eskisi gibi okuldan nefret ediyor, eskisi gibi teneffüslerde yalnız başına kalıyor, eskisi gibi hoşlarına gitmeyen bir şey yaptı mı okulda öğretmenden, evde anasından dayak yiyordu. Ama yine de hiçbir şey aynı değildi işte. Babası gideli kırk gün değil kırk yıl geçse de aynı olmayacaktı.
Mesela annesi… Kırk günde çok değişmişti. Kocası sağken aksi mi aksi, huysuz mu huysuz bir kadındı. Devamlı söylenir, hiçbir zaman hiçbir şeyden memnun olmazdı. Suratı daima asık, kaşları daima çatıktı. Hep bir yerleri ağrırdı. Hep bir şeylerden şikâyetçiydi. En çok da parasızlıktan şikâyet ederdi. Onu böyle yoksul bir yaşama mahkûm ettiği için kocasını suçlardı. Bir zamanlar bu adama deli gibi âşık olduğunu, onunla evlenmek için ailesine karşı çıktığını, her şeyi göze alıp ona kaçtığını unutmuş gibiydi. Sanki silah zoruyla evlenmişti onunla. Ev işlerinden fırsat bulup da komşusu Hatice’ye gittiğinde hep, “Ah akılsız kafam benim, ne demeye vardım bu çulsuz herife. Anacığım dediydi, aşk meşk iki günde biter, sonra başını taşlara vuracan dediydi. Dinlemediydim, ah ah, ne kadar haklıymış meğer. Şimdiki aklım olacaktı ki…” diye söylenmeye başlardı. Kocasının para kazanma konusundaki beceriksizliğinden girer, her tarafının balık kokmasından çıkardı. Ne cahilliğini, görgüsüzlüğünü bırakırdı ne de çocuğuna iki tokat atmaktan bile aciz oluşunu.
Umut, bu konuşmaları her duyduğunda gözlerini dikip öfkeyle bakardı annesine. Hele de annesi iyice coşup, genç bir kızken önünde ne kadar parlak bir gelecek uzandığını, ne kadar güzel olduğunu, sokakta yürürken bir görenin dönüp bir daha bir daha baktığını, bir sürü isteyeni olduğunu, talipleri arasında doktorlar mühendisler bile bulunduğunu anlatmaya ve böylelikle de komşu kadına hava atmaya başladığında daha fazla dayanamaz, derhal ortamı terk ederdi. Hıncını bahçedeki otları yolmak, ağaçların dallarını kırmak, toprağın üzerinde tepinmek suretiyle doğadan çıkartırdı. Ama ne yapsa öfkesi geçmezdi. Nefret ediyordu anasının başkalarına babasını kötülemesinden. Nefret ediyordu onun her zaman, her şeyden