“Yine de evi kiralamak istemişti öyle mi?”
“Evet, hem de çok iyi bir para verecekti. Aylık on bin kron alacaktım. İnsan böylesi bir paraya burun kıvıramaz, değil mi? Bunun kimseye bir zararı olacağı da aklıma gelmemişti doğrusu. Eve iyi baktığım için aslında bunu bir ödül olarak değerlendirmiştim. Avukat Holmgren’in ya da vârislerin bunu duymasına hiç gerek yoktu.”
“Evi kaç aylık kiralamıştı?”
“Nisan başında geldi. Mayıs sonuna dek eve ihtiyacı olduğunu söyledi.”
“Evi ne için kullanacağını söyledi mi?”
“Huzur içinde resim yapmak için demişti.”
“Resim mi?” Wallander’in aklına babası geldi.
“Sanatçıydı yani. Önden avans vermek istemişti. Tabii ki kabul ettim.”
“Onu bir daha ne zaman gördün?”
“Görmedim.”
“Görmedin mi?”
“Bu bir tür konuşulmayan kuraldı. Burnumu bu işe sokmayacaktım. Ben de sokmadım. Anahtarları verdim ve oradan uzaklaştım, hepsi bu.”
“Anahtarları geri aldın mı?”
“Hayır. Postayla gönderecekti.”
“Ve tabii adamın adresi sende yok, değil mi?”
“Yok.”
“Adamı tarif edebilir misin?”
“Akıl almayacak denli şişmandı.”
“Başka?”
“Şişman bir adamı başka nasıl tarif edebilirsin ki? Kel kafalı, kırmızı suratlı ve şişkoydu. Şişko dediğim zaman öyle sıradan şişman birini düşünme. Fıçı gibiydi.”
Wallander başını evet dercesine salladı.
“Paranın tümünü harcadın mı?” diye sordu parmak izi olasılığını düşünerek.
“Evet. Zaten bu yüzden yeniden içki imal etmeye başladım.”
“Eğer bu işe bugün bir nokta koyarsan seni Ystad’a, emniyete götürmem,” dedi Wallander.
Alfred Hansson kulaklarına inanamadı.
“Söylediğimde ciddiyim,” dedi Wallander. “Ama işi gerçekten bırakıp bırakmadığını da denetleyeceğim. Ve yaptığın bu içkileri de dökmelisin.”
Wallander evden çıkıp gittiğinde adamın ağzı hâlâ bir karış açıktı. Görevimi yapmadım, diye geçirdi içinden, ama şu anda kaçak içki imalatçılarıyla da uğraşamam.
Ystad’a geri döndü. Nedenini bilmeden Krageholm Gölü’nün kıyısındaki otoparka doğru sürdü arabasını. Arabadan inerek gölün kıyısına doğru gitti.
Bu araştırmada, Louise Åkerblom’un ölümünde kendisini korkutan bir şey vardı. Sanki her şey daha yeni yeni başlıyor gibiydi. Korkuyorum, diye geçirdi içinden. Sanki o kesik parmak beni işaret ediyor. Anlayamadığım bir işin içindeyim.
Bir kayanın üstüne oturdu. Bezgin ve yorgun hissetti. Bu davaya boğazına kadar battığını düşünerek bakışlarını göle çevirdi. Olayın çözümlenmesinde sanki kontrolü kaybetmiş gibi hissediyordu. İç çekti, Louise Åkerblom’un katilini aramada ve kendi özel yaşamında hiç de hoş bir yerde olmadığını düşündü.
Ne yapmalıyım, dedi kendi kendine yüksek sesle. Yaşama saygısı olmayan acımasız katillerle uğraşmak istemiyorum. Yaşadığım sürece hiçbir şekilde anlayamayacağım türden şiddet ve vahşetle ilgilenmek istemiyorum. Belki de bu ülkede bizden sonraki polis kuşağının çok daha farklı deneyimleri ve görüş açıları olacaktır. Ama artık benim için çok geç. Daha farklı biri olamam artık.
Ayağa kalktı, bir ağacın tepesinden havalanan saksağana baktı.
Soruların tümü de hâlâ yanıtsız, diye geçirdi içinden. Tüm yaşantımı suçluları yakalamaya adadım. Bazen başarılı oldum, çoğu kez de başarısız. Ama bu dünyadan çekip gittiğimde en önemli sorgulamada başarılı olamayacağım. Yaşam çözülemeyen bir bilmeceden öte bir şey değil.
Kızımı görmek istiyorum, diye geçirdi içinden. Bazen onu o kadar çok özlüyorum ki bu, bana acı veriyor. Özellikle Louise Åkerblom’un katili olan bir parmağı kesik bir siyahiyi bulmalıyım. Ona bir soru soracağım: Neden Louise Åkerblom’u öldürdün?
Stig Gustafson’un peşini bırakmamalıyım, onun suçsuz olduğuna inandım ama yine de sahneden bu kadar çabuk çekilmesine izin vermemeliyim.
Arabasına geri döndü.
Korku ve nefretten arınamayacaktı. Kesik parmak hâlâ anlam veremediği bir şeyleri işaret ediyordu.
TRANSKEI’DEN GELEN ADAM
8
Enkaza dönmüş arabanın gölgesinde gizlenmiş adamı görmek neredeyse olanaksızdı. Kıpırdamıyordu ve esmer yüzü karanlıkta seçilmiyordu.
Gizlenecek yeri çok iyi seçmişti. Öğleden sonranın ilk saatlerinden beri bekliyordu ve güneş artık Soweto köyünün tozlu tepelerinde batmaya başlamıştı. Kuru ve kırmızı toprak batan güneşin altında parlıyordu. 8 Nisan 1992’ydi.
Buluşma yerine tam zamanında varabilmek için oldukça uzun bir yol katetmişti. Kendisini arayıp bulan beyaz adam yola erken çıkmasını söylemişti. Güvenlik sebebiyle, onu tam olarak kaçta alacaklarını söylememişlerdi. Güneş battıktan kısa süre sonra demişlerdi yalnızca.
Ntibane’deki evinin önünde adının Stewart olduğunu söyleyen adamı gördüğü andan bu yana yalnızca yirmi altı saat geçmişti. Evinin kapısı vurulduğunda Umtata polisinin geldiğini sanmıştı. Polisi görmeden geçirdiği tek ay yoktu. Bir banka soygunu ya da cinayet söz konusu olduğunda Umtata polisinden bir ekip kapısına dayanırdı. Bazen onu sorgulamak için kasabaya götürürlerdi ama genellikle söylediklerine inanırlardı.
Oluklu demir levhayla kaplı kulübeden dışarı çıktığında kızgın güneşin altında duran ve adının Stewart olduğunu söyleyen adamı önce fark edememişti.
Victor Mabasha adamın yalan söylediğini hemen anlamıştı. Adı Stewart dışında herhangi bir ad olabilirdi. İngilizce konuşmasına karşın Victor aksanından onun aslen Güney Afrikalı olduğunu düşünüyordu. Ve bir Boer’in2 adı kesinlikle Stewart olamazdı.
Adam ortaya çıktığında öğleden sonraydı. Kapı vurulduğunda Victor Mabasha uyuyordu. Telaşlanmadan yataktan kalkmış, pantolonunu giymiş ve gidip kapıyı açmıştı. Artık hiç kimsenin önemli bir şey için kapısına gelmeyeceğini biliyordu. Genellikle alacaklılar dayanırdı kapısına. Ya da ondan borç alabileceğine inanacak kadar aptal biri. Tabii polislerin dışında. Ne var ki polisler kapıyı vurmazdı. Ya tekmeler ya da kırarlardı.
Adının Stewart olduğunu söyleyen adam elli yaşlarındaydı. Takım elbise giydiği için ter içinde kalmıştı. Arabasını yolun diğer tarafındaki baobab ağacının altına park etmişti. Victor aracın Transvaal plakalı olduğunu fark etti. Kendisiyle buluşmak için onca yolu neden katettiğini bir an için merak etti.
Adam içeri girmek istemedi. Yalnızca bir zarf uzatarak ertesi gün Soweto’nun varoşlarında kendisini önemli bir konu görüşmek için birinin bekleyeceğini söylemekle yetindi.
“Bilmen