“Bu senaryoya şu ev uyuyor,” dedi Martinson. “Louise Åkerblom’un görmeye gittiği evin çok uzağında değildi. O evde kesinlikle bir şeyler oluyordu. Dediğin gibi görmemesi gereken bir şeyi gördü ve öldürüldü. Peters ile Norén, onun görmeye gittiği yani gidemediği eve gittiler. Wallin adındaki dul bir kadına ait olan eve. Her ikisi de evin hemen bulunacak bir yerde olmadığını, insanın giderken yolunu kolayca şaşırabileceğini söyledi.”
Wallander onaylarcasına başını salladı. “Devam et,” dedi.
“Daha fazla söyleyecek bir şeyim yok,” dedi Martinson. “Bilmediğimiz bir nedenden ötürü de birinin parmağı kökünden kesildi. Tabii bu, ev havaya uçtuğunda gerçekleşmemişse. Ama bu bir kazaya benzemiyor. Böylesi bir patlama insanı paramparça ederdi. Parmak bence kesilmiş.”
“Yoğun şiddet olaylarının yaşandığı ırkçı bir ülke olması dışında Güney Afrika hakkında fazla bir şey bilmiyorum,” dedi Svedberg. “İsveç’in Güney Afrika’yla diplomatik ilişkileri yok. Onlarla ne ticaret yapıyoruz ne de tenis oynuyoruz. En azından resmi olarak. Güney Afrika’daki ipuçlarının İsveç’e uzanacağına hayatta inanmazdım. İnsan İsveç’in bu tür olaylara adı karışacak en son ülke olduğunu sanır.”
“Belki de bu nedenden ötürü,” diye mırıldandı Martinson.
Bu yorum Wallander’in dikkatini çekti. “Ne demek istiyorsun?”
“Hiçbir şey,” diye yanıtladı Martinson onu. “Eğer bu davada bir yere ulaşmak istiyorsak çok daha farklı şekilde düşünmeye başlamamız gerek.”
“Yürekten katılıyorum,” dedi Björk araya girerek. “Yarına kadar hepinizin bu olayla ilgili ayrıntılı bir rapor yazmanızı istiyorum. Bakalım bu bizi bir yere götürecek mi?”
Kendi aralarında iş bölümü yaptılar. Wallander, Varnämo’daki avukatı bulma işini üstlendi, Björk ise kesik parmağa ilişkin raporu incelemeye karar verdi.
Wallander avukatın bürosuna telefon ederek acil bir konuda Bay Holmgren’le görüşmek istediğini söyledi. Holmgren’in telefona gelmesi çok uzun sürdü.
“Sizinle Skåne’deki evle ilgili konuşmak istiyorum,” diye söze başladı Wallander. “Hani şu yanan evle…”
“Hiçbir açıklaması yok,” dedi Holmgren. “Ama sigorta poliçesine baktım, poliçe yangını da kapsıyor. Peki polis yangının nasıl çıktığını öğrenebildi mi?”
“Hayır,” dedi Wallander. “Ama çalışıyoruz. Size telefonda sormak istediğim bir iki sorum var.”
“Umarım uzun sürmez,” dedi avukat. “Çok yoğunum.”
“Sorulara telefonda yanıt vermek istemezseniz, Varnämo emniyetine gitmek zorunda kalırsınız,” dedi Wallander kaba bir tavır sergilediğine aldırmayarak.
Kısa bir sessizlikten sonra avukatın cevabı duyuldu. “Peki, sizi dinliyorum.”
“Evin vârislerinin adlarını ve adreslerini içeren faksı bekliyoruz.”
“Hemen göndereceğim.”
“Evden kimin sorumlu olduğunu da öğrenmek istiyorum.”
“Ben sorumluyum. Bununla ne demek istediğinizi anlamadım.”
“Her evin zaman zaman bakıma ihtiyacı olur. Çatının bakımı, farelerin öldürülmesi gibi. Bunları da siz mi yapıyordunuz?”
“Mirasçılardan biri Vollsjö’de oturuyor. Genellikle evle o ilgilenir. Adı Alfred Hansson.”
Wallander adamın adresini ve telefon numarasını yazdı.
“Demek ev bir yıldan beri boştu, öyle mi?”
“Bir yıldan daha uzun zamandan beri. Mirasçılar satıp satmama konusunda görüş birliğine varamamışlardı.”
“Bir başka deyişle, evde kimse kalmıyordu, öyle mi?”
“Elbette, ev boştu.”
“Bundan emin misiniz?”
“Nereye varmak istediğinizi anlamıyorum. Evet, ev boştu. Alfred Hansson belli aralıklarla beni arar ve her şeyin yolunda olduğunu söylerdi.”
“En son ne zaman aradı?”
“Bunu hatırlamamı benden nasıl isteyebilirsiniz?”
“Bilmiyorum. Ama soruma bir yanıt almak istiyorum.”
“Yılbaşı sırasındaydı, galiba. Ama öyle olduğuna yemin edemem. Bu neden önemli?”
“Şu anda her şey önemli. Ama yine de verdiğiniz bilgi için teşekkür ederim.”
Wallander telefonu kapattı, ardından telefon rehberini açtı ve Alfred Hansson’un adresini kontrol etti. Sonra da yerinden kalkarak, ceketini alıp odadan dışarı çıktı.
Martinson’un odasının önünden geçerken, “Vollsjö’ye gidiyorum,” diye seslendi. “Şu havaya uçan evle ilgili garip bir şeyler va r. ”
“Bana sorarsan her şey garip,” dedi Martinson. “Ha, bu arada, az önce Nyberg’le konuştum. Telsizin Rus malı olabileceğini söyledi.”
“Rus mu?”
“Öyle, dedi. Bana sorma, ona sor.”
“Bir ülke daha,” dedi Wallander. “İsveç, Güney Afrika, şimdi de Rusya. Bu iş nerede bitecek?”
Yarım saat sonra Wallander arabasını Alfred Hansson’un evinin önünde durdurdu. Oldukça modern görünümlü bir evdi burası. Wallander arabasından inerken bir Alman çoban köpeği havlamaya başladı. Saat dört buçuk olmuştu ve karnı açlıktan zil çalıyordu.
Kırk yaşlarında bir adam kapıyı açtı. Üstü başı, saçları darmadağınıktı. Wallander ona doğru bir adım atınca adamın içki koktuğunu fark etti.
“Alfred Hansson?”
Adam başını evet dercesine salladı.
“Ben Ystad emniyetinden geliyorum,” dedi Wallander.
“Lanet olsun!” diye haykırdı adam, Wallander adını söylemeden.
“Anlayamadım?”
“Beni kim gammazladı? Bengtson hıyarı mı?”
Wallander hızla düşündü. “Bu konuda bir şey söyleyemem,” dedi. “Polis tüm muhbirleri korur.”
“Bengtson olmalı,” dedi adam. “Beni tutuklayacak mısınız?”
“Bunu içeride konuşalım,” dedi Wallander.
Adam, Wallander’i mutfağa götürdü. Burada içki yapımında kullanılan alkolün kokusunu duydu Wallander. Birden kafasında bir şimşek çaktı. Alfred Hansson yasa dışı işler yapıyordu ve Wallander’in kendisini bu yüzden tutuklamaya geldiğini sanmıştı.
Adam kendini mutfaktaki sandalyelerden birine atarak başını kaşımaya başladı. “Amma da şanssızım,” diye iç çekti.
“Kaçak içki konusunu daha sonra konuşuruz,” dedi Wallander. “Seninle konuşmak istediğim başka bir şey var.”
“Ne?”
“Şu yanan ev.”
“O konuda hiçbir şey bilmiyorum,” dedi adam. Ancak yüzünde beliren endişeli ifade Wallander’in gözünden kaçmamıştı.
“Hangi konuda hiçbir şey bilmiyorsun?”
Adam