Martinson’a ne düşündüğünü sordu.
“Alnına sıkılmış bir kurşun,” dedi Martinson. “Kontrolsüz öfke ve mutsuz bir aşkın eseriymiş gibi gelmedi bana. Bana kalırsa bu, soğukkanlılıkla işlenmiş bir cinayet.”
“Ben de aynı şeyi düşünüyorum,” dedi Wallander.
İtfaiyeciler kuyunun suyunu boşalttılar. Sonra da yeniden aşağıya inip Louise Åkerblom’un cüzdanını, evrak çantasını ve ayakkabılarından birini aldılar. Diğer teki hâlâ ayağındaydı. Su plastik havuza boşaltılıp incelendi ama Martinson suda ilginç bir şey bulamadı.
İtfaiye erleri bir kez daha kuyuya indiler. Projektörler içeriyi aydınlatıyordu ama kuyuda bir kedi iskeletinden başka bir şey bulamadılar.
Çadırdan çıkan doktorun yüzü kireç gibiydi.
“Korkunç,” dedi Wallander’e.
“Evet,” diye onayladı Wallander. “En önemli şeyi, yani kadının tabancayla öldürüldüğünü öğrendik. Malmö’deki patalogların derhâl iki şeyi öğrenmelerini istiyorum: birincisi kurşun, ikincisi de kadının öldürülmeden önce dövülüp dövülmediğinin ya da bir odada kapalı kalıp kalmadığının anlaşılmasını sağlayacak yaraların olup olmadığı. Bulabilecekleri her şeyi öğrenmek istiyorum. Ayrıca cinsel tacize uğrayıp uğramadığı da çok önemli.”
“Kurşun hâlâ kafasında,” dedi doktor. “Çıkış deliğini bulamadım.”
“Bir şey daha var,” dedi Wallander. “El ve ayak bileklerinin incelenmesini istiyorum. Kelepçe takılıp takılmadığını bilmek istiyorum.”
“Kelepçe mi?”
“Evet,” dedi Wallander. “Kelepçe.”
Ceset kuyudan çıkarılırken Björk bir kenarda durmuş onları izliyordu. Ceset sedyeyle ambulansa konarak adli tıbba gönderildikten sonra Wallander’in yanına yaklaştı.
“Kocasına haber vermek zorundayız,” dedi.
Zorundayız, diye geçirdi içinden Wallander. Yani, zorundasın demek istiyorsun.
“Papaz Tureson’la birlikte giderim,” dedi.
“Bütün akrabalarını haberdar etmesinin ne kadar zaman alacağını öğrenmeye çalış,” dedi Björk. “Bunu uzun bir süre gizli tutabileceğimizi sanmıyorum. Ayrıca, o hırsızı nasıl olup da serbest bıraktığınızı anlayamadım doğrusu. Akşam gazetelerinden birine gidip bu durumu anlatabilir.”
Wallander, Björk’ün azarlayıcı ses tonuna sinirlenmişti. Ama öte yandan da, böylesi bir tehlikenin söz konusu olduğunu kabul ediyordu.
“Evet,” dedi. “Aptallık ettim. Hatalıyım.”
“Adamın gitmesine Svedberg’in izin verdiğini sanıyordum,” dedi Björk.
“Svedberg izin verdi,” dedi Wallander. “Ama sorumlu ben olduğuma göre, benim hatam sayılır.”
“Bu şekilde konuştuğum için lütfen bana kızma,” dedi Björk.
Wallander omuz silkti.
“Bunu Louise Åkerblom’a, kızlarına ve kocasına kim yaptıysa, tüm kızgınlığım ona,” dedi.
Evi kordon altına aldılar, araştırma sürdü. Wallander arabasına giderek Papaz Tureson’u aradı. Tureson telefona hemen yanıt verdi. Wallander ona olanları anlattı. Papaz Tureson karşılık vermeden önce bir süre sustu. Sonra da Wallander’i kilisenin önünde bekleyeceğine söz verdi.
“Kendini kaybeder mi?” diye sordu Wallander.
“Tanrı’ya inanır,” diye karşılık verdi Papaz Tureson.
Göreceğiz bakalım, diye geçirdi içinden Wallander. Tanrı’ya inanmanın yeterli olup olmadığını göreceğiz.
Ama Papaz Tureson’a düşündüklerini söylemedi.
Papaz Tureson başı eğik, kilisenin önünde bekliyordu.
Wallander kasabaya giderken yolda düşüncelerini toplamakta zorlandı. Bildiği en ağır şey, aniden ölen birinin yakınlarını haberdar etmekti. Söz konusu kişinin kazada ölmesinin, intihar etmesinin ya da korkunç bir cinayete kurban gitmesinin bir önemi yoktu. Sözcükler ne denli özenle ve düşünceli bir tavırla seçilirse seçilsin yine de acımasız olurdu. Bu korkunç trajedinin habercisi olduğunu fark etti. Hem arkadaşı hem de meslektaşı olan Rydberg’in, ölümünden birkaç ay önce söyledikleri aklına geldi. “Bir polis için birinin ölümünü haber vermenin uygun bir yolu asla yoktur. Bu yüzden de bu işi bizzat kendimiz yapmalıyız, başkasına vermemeliyiz. Bizler başkalarına oranla görülmemesi gereken hemen her şeyi gördüğümüzden büyük olasılıkla bu görevi başkalarından daha iyi yerine getirebiliriz.”
Kasabaya yaklaşırken bir şeylerin doğru olmadığı, anlaşılmaz bir boyuta yöneldiği duygusuna kapıldı; içinden bir ses tüm araştırmanın yanlış yolda olduğunu ve er ya da geç bunun bir açıklamasının ortaya çıkacağını söylüyordu. Martinson’la Svedberg’e de bu şekilde hissedip hissetmediklerini soracaktı. Kesik parmakla Louise Åkerblom’un kayboluşu ve sonra da öldürülüşü arasında bir bağlantı var mıydı? Yoksa bunlar rastlantı mıydı sadece?
Birden bir başka olasılık yani birinin bu karışıklığı kasıtlı olarak yaratabileceği aklına geldi.
Ama neden bu cinayet işlendi, diye sordu kendi kendine. Şu âna dek elimizdeki somut tek sebep karşılıksız aşk. Tamam ama, bu, cinayet nedeni olabilir miydi? Katilin soğukkanlılıkla arabayı gölün altına ve kadının cesedini de kuyunun dibine atmasına neden olabilir miydi aşk?
Kim bilir, belki de; daha tek bir delil bile bulamadık, diye düşündü. Ya Stig Gustafson izlenmeye değer biri değilse, o zaman ne yapacağız?
Birden aklına kelepçeler geldi. Louise Åkerblom’un sürekli gülümsemesini hatırladı. Bu mutlu aile artık paramparça olmuştu. Paramparça olan sadece imajları mıydı? Yoksa gerçekten mi paramparça olmuştu bu mutlu aile? Papaz Tureson arabaya bindi. Gözleri yaşlıydı. Wallander birden boğazına bir yumru tıkandığını hissetti.
“Louise Åkerblom öldü,” dedi Wallander. “Cesedini Ystad’ın dışındaki boş bir evde bulduk. Bu konuda şimdilik daha fazla bir şey söyleyemem.”
“Nasıl ölmüş?”
Wallander yanıt vermeden bir süre düşündü.
“Vurulmuş,” dedi.
“Bu cinayeti kimin işlediğini öğrenmek istemem dışında bir sorum daha var,” dedi Papaz Tureson. “Ölmeden önce çok acı çekmiş mi?”
“Bunu henüz bilmiyorum,” diye cevap verdi Wallander. “Ama acı çektiğini bilsem bile kocasına hiçbir şey hissetmeden, hemen öldüğünü söyleyeceğim.”
Evin önünde durdular. Metodist kilisesinin önünde papazla buluşmaya giderken Wallander merkeze uğrayıp kendi arabasını almıştı. Åkerblom’ların evine polis aracıyla gitmek istememişti.
Robert Åkerblom kapıyı hemen açtı.