Odada tam anlamıyla aykırı olan bir renk vardı. O da korkunç bir kırmızıydı.
Ölü adam yatakla pencere arasında kısmen yana dönük yatıyordu. Gırtlağı öyle bir kuvvetle kesilmişti ki kafası neredeyse doksan derece açıyla arkaya düşmüştü ve sol yanağı aşağı gelecek şekilde yerdeydi. Dili açılan yarıktan zorla dışarı fırlamıştı ve kurbanın kırılan takma dişleri yamulmuş dudaklarının arasında sıkışmıştı.
Arka üstü düşerken şah damarından oluk oluk kan fışkırmıştı. Bu da yatağın üstündeki çapraz kızıl çizgiyi ve vazoyla komodine sıçramış kanı açıklıyordu.
Öte yandan, kurbanın gömleğini sırılsıklam yapan ve vücudunun etrafında kocaman bir kan gölü oluşturan yara böğründekiydi. Bu yara yüzeysel incelendiğinde birisinin, tek darbeyle, karaciğeri, safra kesesini, mideyi, dalağı ve pankreası kestiği anlaşılıyordu. Atardamarlar da cabası.
Vücuttaki tüm kan resmen birkaç saniye içinde dışarı akmıştı. Cildi, mavimsi beyazdı ve neredeyse şeffaf görünüyordu, yani görünebildiği yerlerde, örneğin alında ve kaval kemiğiyle ayakların bazı kısımlarında.
Gövdedeki lezyon yaklaşık yirmi beş santim uzunluğundaydı ve kocaman açıktı; parçalanmış organlar peritonun dilim dilim kenarları arasında sıkışmıştı.
Adam resmen karnından deşilmiş, ortadan ikiye kesilmişti.
Mesleği, kanlı ve vahşetle dolu cinayet yerlerinde uzun uzun takılmak olan insanlar için bile bu bayağı ağırdı.
Fakat Martin Beck’in yüz ifadesi odaya girdiğinden beri değişmemişti. Dışarıdan gözlemleyen birisine göre, her şey sanki rutinin bir parçası gibi görünebilirdi. Kızıyla Peace’e gitmek, yiyip içmek, soyunmak, biraz gemi maketiyle uğraşmak, kitap okuyup yatmak gibi bir rutinin. Hemen arkasından doğranıp deşilmiş bir başkomiseri incelemeye gitmek de cabası. En kötüsü de, kendisi aynen böyle hissediyordu. Kendi duygusal serinkanlılığı haricinde hiçbir şeyin onu hayrete uğratmasına izin vermiyordu.
Saat artık sabaha karşı üçü on geçiyordu ve Martin Beck yatağın yanında çömelmiş, soğuk ve alıcı gözüyle cesedi inceliyordu.
“Evet, Nyman bu,” dedi.
“Yani, sanırım.”
Rönn masadakileri dürterek ayakta durdu. Aynı anda da esneyip elini ağzına götürürken suçluluk duyuyordu. Martin Beck ona baktı.
“Genel durum hazır mı?”
“Evet,” dedi Rönn.
Cimri eliyle aldığı minicik notların bulunduğu küçük not defterini çıkardı. Gözlüğünü takıp tekdüze bir sesle sıraladı.
“Asistan hemşire, saat ikiyi on geçe bu kapıları açmış.
Sıra dışı bir şey duymamış, görmemiş. Hastaların rutin kontrolünü yapıyormuş. Nyman o sırada ölüymüş. Saat iki on birde polisi aramış. Devriye memurları iki on ikide alarmı almış. Odenplan’dan buraya üç dört dakika içinde varmışlar. Saat iki on yedide olayı Kriminal Şube’ye bildirmişler. Ben buraya iki yirmi ikide geldim. Seni iki yirmi dokuzda aradım. Sen de buraya üçe on altı kala geldin.”
Rönn kol saatine baktı.
“Şimdi saat üçe sekiz var. Ben buraya vardığımda en fazla bir saattir ölüymüş.”
“Doktor öyle mi dedi?”
“Hayır, bu benim çıkarımım. Cesedin sıcaklığından, pıhtılaşmadan…”
Durdu, sanki kendi gözlemlerini aktarmak fazla ileri gitmekti.
Martin Beck sağ elinin baş ve işaret parmağıyla burun kemerini ovuşturdu.
“Demek her şey çok hızlı oldu,” dedi.
Rönn cevap vermedi. Başka bir şey düşünüyor gibiydi.
“Yani,” dedi bir süre sonra, “neden seni benim aradığımı anlarsın. Şeyden değil…”
Durdu, dikkati dağınıktı.
“Neyden değil?”
“Nyman başkomiser olduğundan değil, şundan… yani, şundan dolayı.”
Rönn cesedi işaret etti.
“Katledilmiş resmen.”
Bir saniye durdu, sonra yeni bir çıkarıma vardı.
“Yani bunu her kim yaptıysa deli gibi gözü dönmüş olmalı.”
Martin Beck başıyla onayladı.
“Evet,” dedi. “Öyle görünüyor.”
7
Martin Beck’in içinde bir huzursuzluk vardı. Belirsiz bir histi ve tam olarak isimlendirmesi mümkün değildi, hani kitap okurken uyuyakalmanızı ve sayfa çevirmeden okumaya devam etmenizi sağlayan, o sinsi yorgunluk gibiydi.
Aklını toplamak ve bu kaypak gerginliği üstünden atabilmek için çaba göstermek zorundaydı.
Bu sinsi hisle yakından bağlantılı, kurtulamadığı başka bir duygu daha vardı.
Bir tehlike duygusu.
Bir şey olmak üzere duygusu. Her ne pahasına olursa olsun, savuşturulması gereken bir şey. Ama ne olduğunu bilmiyordu, hele nasıl olacağını hiç.
Martin Beck daha önce de benzer duygular hissetmişti. İş arkadaşları bu durumlarda kahkahalarla güler, onu rahatsız edenin sezgisi olduğunu söylerlerdi.
Polis işi gerçekçiliğe, rutine, inat ve sisteme dayalıydı. Doğru, birçok zor vaka tesadüfen çözülebiliyordu ama aynı zamanda tesadüf; şans ya da kazayla karıştırılmaması gereken, esnek bir kavramdı. Bir suç soruşturmasında tesadüfler ağını mümkün olduğunca sık örmek çok önemliydi. Tecrübe ve işin kendisi bundan daha büyük rol oynardı. İyi bir hafıza ve sıradan sağduyu, parlak zekâdan daha değerli özelliklerdi.
Sezginin, pratik polis işinde yeri yoktu.
Nasıl astroloji ve frenoloji bilimden sayılmıyorsa sezgi de bir özellik bile sayılmazdı.
Yine de oradaydı, Martin Beck ne kadar kabul etmek istemese de oradaydı ve hatta, bazen onu doğru yola saptırdığı olmuştu.
Ancak bu huzursuz ruh hali daha basit, daha elle tutulur ve daha anlık şeylere bağlı olabilirdi.
Rönn’e