Gözden kayboldu, birkaç dakika sonra bir polis memuruyla döndü, masadan bir zarf alıp ona uzattı. Kadın ayağa kalktı, çantasını omzuna takıp hızlı hızlı kapıya yürüdü.
“Gel koca çocuk,” dedi başını çevirmeden. “Biraz dolaşmaya çıkalım.”
Polis memuru, diğer polise baktı, polis gülerek omuz silkti. Sonra şapkasını takıp kadının peşinden gitti.
“Burası kendi eviymiş gibi rahattı,” dedi Martin Beck.
“Ah, evet, bu ilk seferi değil. Kesinlikle son olmayacak.”
Masaya oturup piposunu küllüğe boşaltmaya başladı.
“Çok feci bir durum, şu Nyman olayı,” dedi. “Tam olarak nasıl olmuş?”
Martin Beck ona kısaca olan biteni anlattı.
“Çok kötü,” dedi memur. “Her kim yaptıysa, gözü dönmüş bir manyak olmalı. Ama neden Nyman?”
“Nyman’ı tanıyordun, değil mi?” diye sordu Martin Beck.
“Pek yakından değil. Nyman gibi birini yakından tanıman zor.”
“Anladım. Burada özel görevdeydi. Buraya, Dördüncü Bölge’ye ne zaman geldi?”
“Üç yıl önce burada ona bir ofis verdiler. 68 Şubat’ında.”
“Nasıl biriydi?” diye sordu Martin Beck.
Memur cevap vermeden önce piposunu doldurup yaktı.
“Onu nasıl tarif edeceğimi gerçekten bilmiyorum. Sen de onu tanıyordun, herhalde? Hırslı olduğu kesinlikle söylenebilirdi; inatçı, pek mizah anlayışı olmayan biriydi işte. Bakış açısı gayet muhafazakâr. Daha genç memurlar onunla pek işleri olmamasına rağmen ondan biraz korkardı. Biraz sert bir adamdı. Ama dediğim gibi, çok da yakından tanımıyordum.”
“Teşkilatta sıkı fıkı olduğu arkadaşları var mıydı?”
“Burada yoktu. Bizim komiserle onun peki iyi geçindiğini sanmıyorum. Başka da bilmiyorum.”
Adam bir an düşündü, sonra Martin Beck’e garip garip baktı. İlginç görünüyordu, sır verir gibiydi.
“Şey…” dedi.
“Ne?”
“Yani herhalde genel müdürlükte hâlâ arkadaşları vardı, değil mi?”
Martin Beck cevap vermedi. Onun yerine başka bir soru sordu.
“Peki ya düşmanları?”
“Bilmiyorum. Herhalde vardı ama burada yoktu, hele hele onu şey yapacak raddede…”
“Tehdit ediliyor muydu, biliyor musun?”
“Hayır, özellikle benimle paylaşmadı. Gerçi bu konuda…”
“Evet, ne?”
“Evet, bu konuda, Nyman tehdit edilmeye göz yumacak tarzda bir adam değildi.”
Cam kabinin içinde telefon çalınca memur içeri gidip cevap verdi. Martin Beck oraya doğru yürüyüp elleri ceplerinde durdu. Polis merkezi sessizdi. Duyulan tek ses, telefonda konuşan adam ve düğme panelinin yanındaki adamın öksürükleriydi. Tahminince, alt kattaki nezaret süiti bu kadar sessiz sakin değildi.
Martin Beck birdenbire ne kadar yorgun olduğunu fark etti. Gözleri uykusuzluktan ve boğazı çok sigara içmekten acıyordu.
Telefon konuşması, uzun sürecek gibiydi. Martin Beck esnedi ve sabah gazetesini karıştırdı, manşetleri ve arada bazı resim altlarını okudu ama ne okuduğunu tam görmüyordu. Sonunda gazeteyi katladı, yürüyüp cam kabinin penceresini tıklattı, telefondaki adam bakınca da gitmek üzere olduğunu gösteren bir jest yaptı. Memur ona el sallayıp telefonda konuşmaya devam etti.
Martin Beck bir sigara daha yaktı ve yaklaşık yirmi dört saat önceki ilk sigarasından bu yana herhalde ellinciyi içtiğini aklından geçirdi.
10
Eğer muhakkak yakalanayım diyorsanız, tek yapmanız gereken bir polisi öldürmektir.
Bu gerçek, çoğu yerde geçerlidir, özellikle İsveç’te daha da geçerlidir. İsveç suç tarihinde çözülmemiş bir sürü cinayet vakası mevcuttur fakat faili meçhul hiçbir polis cinayeti kalmamıştır.
Kendi alaylarından biri talihsizliğe uğradı mı polisler her zamanki güçlerinin birkaç katını edinirler âdeta. Personel ve kaynak eksikliğiyle ilgili şikâyetler biter, birdenbire normalde üç ya da dört kişiyi meşgul edecek bir soruşturmada yüzlerce polisi koşturmak mümkün olabilir.
Polise el süren her zaman yakalanır. Sırf halkın kendisi, İngiltere ve sosyalist ülkelerde olduğu gibi hukuk ve düzen örgütlerinin arkasında duvar olduğundan değildir bu. Aslında emniyet müdürünün bütün özel ordusu birdenbire ne istediğini bilir ve dahası bunu feci şekilde ister olur.
Martin Beck, Regerings Caddesi’nde durmuş, sabahın erken saatlerinin taze ve serin havasının keyfini çıkarıyordu.
Silahlı değildi ama paltosunun sağ iç cebinde Emniyet Genel Müdürlüğü damgalı bir genelge taşıyordu. Yakın zamanda yapılmış, sosyolojik bir çalışmanın kopyasıydı ve Martin Beck bunu bir gün evvel masasında bulmuştu.
Özellikle son yıllarda polisin eylem ve tavırlarına daha da çok eğilip odaklandıklarından polis teşkilatı sosyologlara çok sığ bakardı. Sosyologların söyledikleri en tepedekiler tarafından büyük şüpheyle okunurdu. Belki de yüksek rütbeliler, sosyolojiyle alakalı herkesin gerçek bir komünist ya da bir nevi devrimci olduğunda ısrar etmenin uzun vadede çürütüleceğinin farkındaydı.
Sosyologlar her şeyi yapabilir. Emniyet Müdürü Malm öfkeli anlarından birinde de böyle söylemişti. Martin Beck de, diğerleri gibi, Malm’a üstü olarak bakmak zorundaydı.
Belki de Malm haklıydı. Sosyologlar her türlü fikre kapılıyordu. Örneğin, Polis Akademisi’ne girebilmek için vasat D’den daha yüksek bir not ortalamasına ihtiyacınız olmadığı ve Stockholm’deki üniformalı memurların IQ ortalamasının 93’e düştüğü fikrini geliştirmişlerdi.
“Yalan bu!” diye bağırmıştı Malm. “Dahası doğrulukla alakası yok! Hem de New York ortalamasından daha düşük bile değil!”
Amerika’ya yaptığı bir iş seyahatinden yeni dönmüştü.
Martin Beck’in cebindeki rapor bir sürü yeni ilginç bilgiyi açığa çıkarıyordu. Polis işinin, diğer mesleklerden daha tehlikeli olmadığını gösteriyordu. Tam aksine diğer mesleklerde çok daha büyük riskler bulunuyordu. İnşaat işçileri ve oduncular onlardan kat kat daha riskli hayatlar yaşıyordu. Tersane çalışanları, taksi şoförleri ve ev kadınlarını saymaya gerek bile yoktu.
Peki ama genel kanı hep bir polisin işinin diğerlerinden çok daha riskli, daha sert ve daha az karşılık gördüğü yönünde değil miydi? Cevap son derece basitti. Evet ama sırf başka meslek gruplarının böylesi bir rol takıntısı yoktu ya da günlük hayatlarını polisler kadar dramatize etmiyorlardı.
Her şey rakamlarla destekleniyordu. Yıllık yaralı polis sayısı, polis tarafından haksız muameleye uğrayan insan sayısıyla kıyaslandığında devede kulak kalıyordu. Vesaire.
Üstelik bunlar sadece Stockholm için değildi. Örneğin New York’ta, her yıl ortalama yedi polis öldürülüyordu, oysaki taksi şoförleri ayda iki, ev hanımları haftada bir kayıp veriyordu ve bu oran, işsizler arasında günde birdi.
Bu kokuşmuş