Polis olmak tehlikeli değildi ve hatta asıl tehlikeli olanlar polislerdi. Kısa süre önce, bir polisin katledilmiş bedenine bakakalmıştı.
Şaşırtıcı bir biçimde ağzının köşeleri titremeye başladı ve bir an için Martin Beck, Regerings Caddesi’nden Kungs Caddesi’ne inen merdivenlere oturmak ve bu duruma katıla katıla gülmek zorunda kalacağını sandı.
Ancak aynı tuhaf mantıkla, birdenbire en iyisi eve gidip tabancamı alayım fikri aklına geldi.
Bir yıldan uzun bir süredir tabancasına bakmamıştı bile.
Stureplan tarafından boş bir taksi caddeye girdi.
Martin Beck elini kaldırıp taksiyi durdurdu.
Yanları siyah çizgili, sarı bir Volvo’ydu. Bu yeni bir durumdu ve Stockholm’deki bütün taksilerin siyah olması gerektiğini söyleyen eski kuralı rahatlatmıştı. Martin Beck ön koltuğa, sürücünün yanına oturdu.
“Köpman Caddesi sekiz numara,” dedi.
Bunu söylerken daha şoförü tanımıştı. Mesai dışı saatlerinde taksi kullanarak gelirini artırmaya çalışan polis memurlardan biriydi bu. Martin Beck’in adamı tanımış olmasıysa tam bir tesadüftü. Birkaç gün önce, Merkez İstasyonu’nun dışında, sıra dışı bir beceriksizliğe sahip rütbesiz iki memuru, başlangıçta uzlaşmacı olan genç bir sarhoşu öfkeden çıldırtma noktasına getirip sonra da kontrollerini kaybederken seyretmişti. Direksiyonun başındaki adam işte onlardan biriydi.
Yirmi beş yaşındaydı ve son derece çenesi düşüktü.
Muhtemelen anasının karnından konuşarak çıkmıştı ve düzenli mesleği ona arada sırada söylenme fırsatı veriyorsa da bu gediği yan mesleğinde kapatıyor olmalıydı.
Belediye’nin Temizlik Birimi’nin süpür-ve-püskürt kamyonlarından biri yollarını tıkadı. Gece çalışan polis memuru kurtlanarak ilan panosunda Richard Attenborough’nun 10 Rillington Place afişini inceledi.
“Rollington Sarayı 10 numara, hı?” dedi garip bir şiveyle. “İnsanlar da bu saçmalığı izlemek istiyor. Cinayet, sefalet ve manyak insanlar. Bana sorarsan, tam bir rezalet.”
Martin Beck başıyla onayladı. Adam belli ki onu tanımamıştı ve bu baş sallamadan cesaret alıp sesli sesli konuşmayı sürdürdü.
“Ama biliyorsun, bütün sıkıntıyı çıkaran şu yabancılar.”
Martin Beck hiçbir şey demedi.
“Sana sadece bir şey söyleyeceğim, bütün yabancıları hep birlikte bir çuvala koyarak büyük hata yaparsın. Bu taksiyi benimle beraber kullanan adam mesela Portekizli.”
“Ya?”
“Evet ve daha iyi bir adam bulamıyorsun. Kıçından ter akana kadar çalışıyor, asla yan gelip yatmıyor. Ve araba kullanabiliyor! Neden biliyor musun?”
Martin Beck başını sağa sola salladı.
“Evet, işte, Afrika’da dört yıl boyunca tank kullanmış. Biliyorsun, Portekiz orada bir bağımsızlık savaşı veriyor, Angola denen yerde. Orada bağımsızlıkları için deliler gibi savaşıyorlarmış, Portekizliler ama burada İsveç’te bundan haberin bile olmaz. Bu adam da, bu bahsettiğim adam, o dört yıl içinde yüzlerce komünist vurmuş. Ona bakınca ordunun ne kadar iyi bir şey olduğunu anlıyorsun, disiplin falan filan. Adama ne dersen harfiyen uyguluyor, tanıdığım herkesten daha fazla para kazanıyor. Eğer sarhoş bir Finlandiyalı da taksisine binerse, eh, yüzde yüz bahşiş almayı ihmal etmiyor. Refah ülkesine üşüşen bu beleşçilerin geleceğini gördüler.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.