“Kuryelerden biri dışarıda, işteymiş,” dedi. “Diğerine haber yolladım, gelecek.”
Deminkinden alçak sesle konuşuyordu.
“Teşekkür ederim,” dedim.
Eteğinin bir köşesinde benim göremediğim bir kırışıklığı düzeltti.
“Bir şey içer miydiniz?” dedi.
Ben de alçak sesle konuştum.
“Teşekkür ederim,” dedim. “İstemem. Burada çaktırmadan sigara içtiğiniz bir yer var mı? Yangın merdiveni çıkışı falan?”
Kafasını hafifçe geri atarak güldü.
“Var, var,” dedi. “My bad! Gelin.”
Ardından ben de ayağa kalktım. Sezin Sabuncu resepsiyoncu kıza yaklaştı.
“Kurye Orhan gelecek birazdan,” dedi. “Ona Dumantepe’ye geçtiğimizi söyler misin?”
“Tabii Sezin Hanım,” dedi kız.
Kayar kapı bu kez ikimiz için açıldı. Peşinden girdim. Kapının bitişiğindeki duvardan sola döndük. Mutfak gibi bir yerde, buzdolabıyla tezgâhın arasından ilerledik. Çay bardakları yıkayan türbanlı, üniformalı kadına bakmadı bile Sezin Sabuncu. Üzerinde “Fire Exit” yazan demir kapıyı ittirdi. Kapı hafif direndi kadına. Yardıma niyetlenmedim. İkincide izin verdi çıkmamıza.
Deprem olduğunda binayı terk etmemiz için, yapı ruhsatlarının izin verdiği en dar merdivenlerin olduğu bir alana çıktık. Yukarı yönelen merdivenin ikinci basamağında kocaman bir plastik kova duruyordu. İnsan boyunun yetişemeyeceği yükseklikteki küçük kare pencere açıktı. Rüzgâr üfürüyordu delikten. Yerde sigara izmaritleri vardı.
“Hoş değil ama…” dedi Suzan Sabuncu.
“İdare ederiz artık,” dedim gömleğimin cebinden sigaramı çıkarırken.
Sigaralarımızı yaktım. Sırtımı duvara yasladım. Her penceresi açılmayan plazanın içinden dışına doğru bir delik açılabiliyordu demek ki. Her şey delik deşikti. Becerebilen, bir delik de kendisi için açıyordu.
Felsefeyi kısa kestim.
Sezin Sabuncu’ya baktım. Giysisinin, kaçış aralığının özensiz boyasından lekelenmemesi için duvardan uzak duruyordu. Destek ayağını değiştirdiğinde ters taraftaki kalça kıvrımı daha belirginleşiyordu eteğinin altından.
Bir şey söylenecekse o söylesin diye sustum. Konuşmadı. Sigarası benden daha önemliymiş gibi çekiyordu içine.
Ama ben konuşmalıydım.
“Sizden sonra haber verdim polise,” dedim. “Ama gazetelerde olayla ilgili bir haber yok.”
“Bu iyi mi kötü mü?” dedi.
“Bilmiyorum,” dedim.
“No news, good news,” dedi.
Yorum yapmadım.
Girdiğimiz geniş kapı tek harekette açıldı.
İçeri, bacaklarında kovboyların giydiğinden daha geniş rüzgârlıklar olan bir delikanlı girdi. Üzerinde fermuarı açık bir deri ceket vardı. İçindeki dolgular gövdesini kalınlaştırıyordu. Eldivenlerini çıkarmıştı.
Küçük kafası, giysileri yüzünden daha küçük görünüyordu. Saçları dünya kupasındaki Latin ve Afrika kökenli futbolcularınkilere benziyordu. En tepede bir miktar bırakılmıştı, altlar çepeçevre sıfır numarayla biçilmişti. Bir tek sarı çizgiler eksikti.
Yüzünde kendinden memnun bir ifade vardı.
Önce beni gördü. Kaşları hafif kalktı. Sezin Sabuncu’yu algılayınca gevşedi yüzü.
“Beni çağırmışsınız Sezin Hanım,” dedi.
Sezin Sabuncu tanıştırma faslını atladı.
“Evet,” dedi. “Vehbi gelmemiş işe bugün, nerede olduğunu biliyor musun?”
Kurye Orhan, Vehbi adını duyunca yavşak bir gülümseme kondurdu yüzüne, belki de istemeden. Vehbi Kanat kadının sandığı kadar ketum değildi anlaşılan.
Sonra kendini toparladı delikanlı. Kaşlarını biraz da abartılı çattı. Yere baktı sonra. Ayağının ucuyla yerdeki bir-iki izmariti öteye itti. Sonra kafasını kaldırdı.
“Valla bilmiyorum,” dedi. “Dün akşam bir şey konuşmadık. Sabah doğrudan gideceği bir yer de yoktu. Ben de görmedim vallahi.”
“Dün hep işte miydi?” diye araya girdim.
Cevabını yine Sezin Sabuncu’ya bakarak verdi.
“Evet,” dedi. “Sezin Hanım, biliyorsunuz dün çok yoğunduk. Doğru dürüst mola vermeden koşturduk.”
“Motorlarda GPS var mı?” diye sordum daha çok Sezin Sabuncu’ya. “Takip sistemi falan?”
Sezin Sabuncu’nun yüzü aydınlandı.
“İyi akıl ettiniz,” dedi. “Ben hemen gidip öğreneyim Muhterem Bey’den.”
Kararlı adımlarla kaçak sigara kokusu sinmiş merdiven aralığından çıktı. Ben sigaramdan bir nefes daha çektim arkasından.
“Yakar mısın bir tane?” dedim Kurye Orhan’a.
Bir kez daha yere baktı.
“Yok, yakmayayım,” dedi. “Yakalarlarsa beni de yakarlar.”
“Yahu herkes içiyormuş burada.”
Bu sefer yüzüme çevirdi gözlerini.
“Onlar başka, biz başka. Onlar içebilir, bizi atarlar işten.”
Sigaramdan son bir nefes daha çekip izmaritimi diğerlerinin arasına karıştırdım.
“Yoğun mu işler?”
“Bu ara yoğun,” dedi.
“Vehbi’nin evini biliyor musun?” dedim.
Cevap vermeden önce düşündü. İş arkadaşının adresini bir yabancıya vermek doğru olacak mı diye düşünüyordu şüphesiz. Sonunda Sezin Sabuncu’nun yırtmaçlı eteği galip geldi.
“Biliyorum,” dedi. “Bir-iki kere gitmiştim.”
“Ne tarafta?”
“Sarıyer’de.”
“Adresi var mı?”
“Valla adres alarak gitmedim. Birlikte gitmiştik ilkinde. Sonra hep buldum.”
“Anladım,” dedim.
Birden tedirginleşti.
“Ben gitsem mi artık?” dedi. “Beklerler aşağıda.”
“Siz bu katta çalışmıyor musunuz?” dedim.
“Sokarlar mı bizi ofise?” dedi. “Aşağıda, garajın üçüncü katında bir yerimiz var. Adı gıncıfıllı, ‘Ulaştırma’, kendi bildiğin ahır.”
“Az eğlen,” dedim. “Gelir şimdi. Hem soyadın neydi senin?”
Soyadını niye sorduğumu hiç merak etmiyormuş gibi cevapladı beni.
“Kapısız,” dedi. “Orhan Kapısız adım.”
Bu kez cevap vermedim. Başka ne sorabilirdim, bilmiyordum.
Sezin Sabuncu