Binalara baktık. Işıklara baktık. Telaşlı otomobillerin stop lambalarına, farlarına… Konuşmadık.
Ölü adam aramızdaydı. Sırtımızı dönmek yetmiyordu. Aramızdaydı.
“Vehbi olmadığına sevindim,” dedim arkasından, saymadım kaç nefes sonra.
“Teşekkür ederim. Zaten motorunu görmeyince anlamalıydım…” dedi. Sesi biraz toparlanmış gibiydi. “Şimdi ne olacak?”
Motoru sormayı sonraya erteledim.
“Buradan çekip gideceğiz,” dedim.
Bu fikir hiç aklına gelmemiş gibi sustu değerlendirmek için.
“Polise haber vermek gerekmez mi?” dedi sonra.
“Polise haber vermek istiyor musunuz?” dedim.
Geri döndü. Yüksek arkalıklı koltuklardan tarafa bakmamaya çalışarak, daha çok gözleri yerde, konuştu.
“İstemiyorum,” dedi. “Adam kalacak mı öyle orada?”
“Onu hallederiz,” dedim.
“O zaman… Çekip gidelim. Tamam. Haklısınız.”
Sigarasını ne yapacağını bilemez gibi tuttu elinde. Aldım. Benimkiyle birlikte pervazda söndürdüm. Kalıntıları parmaklarımla süpürdüm aşağıya. Pencereyi kapadım. Klimaya daha çok güveniyordum.
Adını bilmediğim genç kadınla birlikte, adından hâlâ emin olamadığım ölü adamı TOKİ’nin marifeti olup olmadığını bilemediğim gökdelen apartmanın serin dairesinde yapayalnız bırakıp çıktık. Çıkmadan önce kalıcı iz bırakmadığımızdan emin olmak için elimden geleni yapmıştım. Biliyordum, TV polisiyeleri öğretmişti, her temas iz bırakırdı ama Remzi Ünal da az buçuk öğrenmişti Türk polisleriyle yüz yüze gelmemenin yollarını.
Asansörün çağırma düğmesine basmış bekleyen kadının yanına gittiğimde biraz toparlanmış gibiydi. Topukları üstünde yaylanıp duruyordu plazasından kurtulup metroya koşmak için bekleyen pazarlama şirketi profesyonelleri gibi. Asansör kapısını açınca benden önce girdi. Duraksamadan bastı ineceğimiz kata.
Aşağı ininceye kadar hiç konuşmadık. Gecenin bu saatinde misafirlikten dönen kimseler yoktu, doğrudan indik.
Açık havaya çıktığımızda omzuna hafifçe dokunup otomobilimin yattığı otopark alanına yönlendirdim onu. Krediyle alınmış aile arabalarının arasından yürüdük. Benimki bir Fiat’la bir Renault’nun arasında uyukluyordu.
İçeri girince bir sigara çıkardım. Paketi ona tuttum.
“Hayır, teşekkür ederim,” dedi.
Sigaramı yaktım, penceremi açtım. Evet, konuşmalıydık biraz ama burada değil. Motoru çalıştırdım.
“Hayatımda ilk defa öldürülmüş birini görüyorum,” dedi eli ağzında. Cevap vermedim. İçimden saydım benimkileri.
Sitenin nizamiyesinden arkamızda belli belirsiz dumanlar savurarak çıktık. Yeni yapıldığı belli bağlantı yollarından karanlığın içinde geçtik. TEM’e kavuştuğumuzda Ankara yönünü seçtim.
Sigaram bitince dışarı attım. Pencereyi kapadım. Dışarıdan gelen rüzgâr ve lastik sesi kesilince kadına döndüm.
“Bu saatte nerede oturup konuşabiliriz?” dedim.
“Konuşacak ne var ki?” dedi gözünü yoldan ayırmadan. “Adam ölmüş gitmiş.”
“Farkındaysanız suç ortağı gibi bir şeyiz,” dedim ona bakmadan.
Bana döndü. Ona bakmadım.
“Ciddi misiniz?” dedi.
“Yani…” dedim. “Biraz.”
“Doğru,” dedi.
Gidecek bir yer düşünmesi için rahat bıraktım onu. Belki başka şeyler düşünmesi için de. Anadolu’ya öteberi götüren kamyonları sollayarak ilerledik. Arada birileri de bizi solluyordu. Kimseyle yarışmadım. Bir zamanlar bir başbakanın yuhalandığı stadyumun park ışıkları göründüğünde konuştu.
“Levent’e gidelim,” dedi. “Buluruz bir yer.”
Hızımı azaltıp sağ şeride yöneldim.
Büyükdere Caddesi’nde kamyonlar yerlerini gecenin taksilerine bıraktı. Terbiyesiz büyüklükteki binaların arasından ilerledik. Kimi ofislerin ışıkları hâlâ yanıyordu.
“Buralarda mı çalışıyorsunuz?” dedim biraz sonra gelecek sorularıma kapı açmak için.
Başıyla arkamızı işaret etti.
“Maslak’ta,” dedi.
İstanbul’un en yüksek binası olma iddiasındaki skate-board kılıklı kuleyi arkamızda bıraktıktan sonra sağa kıvrıldım. Altgeçitte çiçek satan Çingeneler yoktu elbette. Işıklardan sonra doğru ilerledim. Ağrı kliniğinin önünden aşağıya indim. Sapakta bu kez sağa niyetlendim.
“Düz gidin,” dedi yol arkadaşım. Aşağıdaki trafik ışığı aralıklarla yanıyordu. Dikkatle devam ettim. Petrol istasyonuna gelmeden bir komut daha geldi.
“Yukarı lütfen.”
Komuta uydum. İki yanı ağaçlarla kaplı Sümbül Sokak önümüzde, hafif eğimle uzanıyordu. Tam ortasına kırmızı dikmeler koymuşlardı.
“İstanbul’un en sevdiğim caddesi,” dedi yolcum.
Katılıyorum ama orası bir sokak, dedim içimden.
Sümbül Sokak’ın sağındaki, solundaki sokaklar da envaiçeşit çiçek adları taşıyordu. Bildiğim, bilmediğim çiçekler. Çiçeklere saygımdan ağır ağır ilerledim.
“Buradan tam geri dönelim lütfen,” dedi yanımdaki kadın caddenin sonuna geldiğimizde.
İkiletmedim.
“Sağa çekin, durun.”
Öyle yaptım. Yanımdaki kadın arkasına yaslanıp bacaklarını uzattı koltuk elverdiği kadar.
“Burada konuşalım,” dedi. “Bir sigara isterim şimdi. What a night!”
Otomobilimin motorunu kapattım. Sigarasını verdim. Yaktım. Ben yakmadım. Onun tarafındaki pencereyi açtım.
İlk nefesinden sonra konuştu.
“Hayatımda önemli bir şey olurken hep buraya gelirim. Kafamı toplarım.”
Cevap vermedim. Devam etti.
“İnsanın gecenin bir saatinde bir eve gidip tanımadığı bir adamın cesedini görmesinden daha önemli ne olabilir bilmiyorum,” dedi. “Hiç tanımadığı biriyle suç ortaklığı ihtimalinin yanı sıra…”
“Çok önemsemeyin suç ortaklığını,” dedim. “Öylesine söyledim.”
“Ama doğru.”
Cevap vermedim yine. Neye isterse ona inanabilirdi.
İki nefes daha saldıktan sonra konuştu.
“Hangimiz önce başlayacak?” dedi.
Kendi kendime gülümsedim. Görmedi. İstanbul’un en akıllı kadınları çatıyordu bana galiba hep.
“Ben adımı söyledim,” dedim. “Mesleğimi de.”
“Ben de inanmadım galiba,” dedi.
Bu kez ona dönüp gülümsedim açık açık.
“Hangisine?” dedim.
“Adınız