Asayiş berkemaldi Vehbi Kanat’ın mahallesinde. Direksiyonun başına oturduğumda, orada fazla oyalanmamam gerektiğine karar verdim. Radyoyu açmadan yola koyuldum.
Sarıyer merkezde de ortalık sakindi. Sahil yolundan şehre doğru ilerledim. Trafik şaşırtıcı biçimde açıktı. Yeniköy’e girmeden, otomobilin içinde Boğaz’ı seyreden âşıklara çay getirdikleri yerlerden birini buldum, denize karşı park ettim.
Torpidodan tenzilen araç telefonu olarak atadığım aleti aldım.
Gözüm Rusya’dan gelen konteyner taşıyıcı kocaman gemide, Sezin Sabuncu’nun cep numarasını tıklattım.
Bekletmeden açıldı.
“Efendim,” dedi Sezin Sabuncu.
“Remzi Ünal ben,” dedim.
Telefon karşılamasındaki profesyonel eda hızla değişti.
“Remzi Bey, Remzi Bey, hah!” dedi telaşlıya benzer bir sesle. “Bir saniye bekler misiniz? Sakin bir yere geçeyim.”
Bekledim elbette.
Rus gemisi kibirle ilerliyordu Marmara’ya doğru. Yanıma üstü açık bir otomobil park etti. İçinde iki sarışın kız, bir oğlan vardı. Gülüşüyorlardı. Onların tarafa bakan penceremi kapattım.
“Tamam, şimdi konuşabiliriz,” dedi Sezin Sabuncu.
“Sizin Vehbi’yi buldum,” dedim.
Hiç aralık vermeden konuştu.
“Dün neden gelmemiş?” dedi. “Sordunuz mu, dün neden gelmemiş?”
“Konuşacak halde değildi,” dedim olağan bir sesle.
“Ne?” dedi. “Yoksa onu da mı?”
“Hayır, hayır,” dedim. “Dünkü adam gibi değil. Biraz dövmüşler ama.”
“Dövmüşler mi?” dedi Sezin Sabuncu. “Ne demek dövmüşler? Kim?”
Elindeki askıyla çay dağıtan Kürt çocuk önce yanımdaki üstü açık otomobile yaklaştı doğallıkla. Galiba başka bir şey ısmarladılar, kafasıyla onaylayıp bana yöneldi.
Benim taraftaki pencereden içeri giren iyotlu havayı içime çektim konuşmadan önce.
“Esas olarak yüzüne çalışmışlar,” dedim. “Biraz acımasızca. Kim yaptı bilmiyorum.”
“Şimdi nerde?”
“Sarıyer’in içindeki hastanenin aciline bıraktım,” dedim. “Adı, Sarıyer İsmail Akgün Devlet Hastanesi. Bakıyorlardır şimdi.”
Çaycı oğlan benim taraftan ince belli bir bardak uzattı. Aldım. Camın önündeki düzlüğe yerleştirdim. Oğlana bir teşekkür gülücüğü attım.
“Yandı benimki,” dedi Sezin Sabuncu beni bile şaşırtacak endişeli bir sesle. “Polisler başına üşüşmüşlerdir şimdi.”
“Neden?”
“Sizden sonra gelip onu sordular çünkü,” dedi.
Elime aldığım ince belliyi tabağına bıraktım.
“Ciddi misiniz?” dedim. “Neden geldiklerini söylediler mi? Nereden ulaşmışlar oğlana?”
“Galiba sizin buluşacağınız adamın cep telefonundaki numaralardan. Ben de tam bilmiyorum ne sorduklarını. İnsan Kaynakları’ndaki arkadaşından öğrenmiş yardımcım, gelip anlattı bana sonra. Durumumuzu biliyor yani… O yüzden. Kimseye söylemez ama Gülnur.”
Yarım saat önce gerçekleştirdiğim moto-ambulans operasyonunu kafamdan geçirdim bir saniye içinde. Yeniden çaya uzandım konuşurken.
“Başına üşüşmeleri düşük ihtimal,” dedim. “Hastaneye bıraktığımda yanında kimliği yoktu. Kendine gelmesi için biraz süre gerekir.”
“Siz söylemediniz mi?” dedi. “Hani kayıt için falan.”
“Bana herhangi bir soru sormalarına izin verecek kadar kalmadım orada,” dedim. “Hikâyeyi anlatırsam bana, oradan dün geceye, oradan size bulaşırdı iş.”
“Teşekkür ederim tekrar,” dedi Sezin Sabuncu.
Bu kez bir yudum almaya kararlı bir biçimde uzandım çayıma.
“Bir kadından bahsetmemişler mi?” dedim. Sonra bardaktan bir yudum aldım. Soğumuştu. Yerine bıraktım.
“Hayır,” dedi Sezin Sabuncu.
“Bu iyi, hiç olmazsa,” dedim.
“Canınız sıkıldı mı?”
“Yoo,” dedim. “Niye sıkılsın?”
“Ben şimdi ne yapmalıyım?” dedi. “Onu söyleyin esas.”
“Hangi konuda?” dedim. Aklımın bir köşesi sırtında “Polis” yazan yeleklilerdeydi.
“Vehbi?” dedi kadın. “O hastaneye gideyim mi? Gidersem polisin eline geçmesini hızlandırır mıyım? Gitmezsem…”
Yanımdaki üstü açık otomobilde, direksiyondaki oğlan yanındaki kızı öptü dudağından. İkinci kız gülerek başını öte tarafa çevirdi. Hayat böyleydi işte.
“İçiniz ne diyor?” dedim.
“Yarısı git, yarısı gitme diyor,” dedi. “Gidersem durumumuzu bütün ofise ilan etmiş olacağım bir yandan…”
“Yardımcınız Gülnur biliyorsa bütün ofis biliyor demektir,” dedim. “Kuşkunuz olmasın.”
“Ciddi misiniz?” dedi.
Cevap vermedim.
Çayım sıcak olsaydı üst üste iki yudum alabileceğim bir süre geçti. Ses çıkmadı Sezin Sabuncu’dan. Çayım soğuktu, sadece bekledim.
“Öbür mesele?” dedi sonra.
“Polis o kadar hızlı olamaz,” dedim. “İsterseniz, ‘Ben başka bir yerde tedavi ettireceğim,’ diyerek alırsınız oğlanı oradan. Acildeki polise de, ‘Ne olduğu hakkında bir şey bilmiyorum,’ dersiniz.”
“‘Hastanızın burada olduğunu nereden haber aldınız?’ derlerse ne diyeceğim?”
İyi soruydu. Biraz düşündüm.
“Remzi Bey?” dedi. “Alo?”
Garson, üç afili fincan yüklediği askısıyla yanımdaki otomobile yaklaştı.
“Alo?” dedi Sezin Sabuncu. Sırtında “Polis” yazan yelekliler, konuş Remzi Ünal, dedi aklımın içinden.
“Canım uydurun bir şeyler,” dedim. “Dün gece nerede olduğumuzu ben söylemediğim sürece sizi bağlayamazlar olaya.”
“Teşekkür ederim, size güveniyorum,” dedi Sezin Sabuncu.
“Ben de,” dedim.
Hafif bir gülümseme belirdi sesinde.
“Siz ne yapacaksınız şimdi?”
Ne yapacağımı biliyordum, bunu ona söylemedim.
“Ben ararım sizi,” dedim.
“Benim aramamda sakınca var mı?” dedi Sezin Sabuncu. “Bu numaradan?”
“Yok,” dedim. “Her aradığınızda açılmayabilir ama.”
“Tamam,” dedi. “Çok teşekkür ederim.”
“Ben de,” dedim telefonumun kapat tuşuna basmadan önce. Telefonu torpidoya yerleştirmek için eğildim, doğrulduğumda