Motorun üstünde dengemi korumaya çalışarak Vehbi Kanat’ın iki elini iki yandan belimin ortasında birleştirdim. Sol elimle ellerini tuttum, sağ elimle cebimden koli bandını çıkardım. Meretin ucu elbette açıkta değildi. Tek elimle çevirerek tırnakladım. Bulunca açıklığını artırdım. Yapışkan ucu göbeğimin üstündeki ellere yapıştırdım. İki elini birbirine yapıştırmayı başarınca işim kolaylaştı. Sol elimin de yardımıyla bandı defalarca geçirdim ellerinin üstünden.
Son ve en zor hareketteydi sıra.
Motoru ters oturarak kullanan kahraman ancak filmlerde olurdu. Gövdemle Vehbi Kanat’ı arkaya ittirerek aramızda bir boşluk yaratmaya çalıştım. İstediğim miktarda boşluğu elde edemedim. Durdum, düşündüm.
Göbeğimin üstünde birleşmiş ellerini boynuma doğru kaldırmaya niyetlendim. Kesmeyi başaramayacağım için sargının ucundan sallanmaya bıraktığım koli bandının rulosu pantolonuma yapıştığı için beni engelledi. Söktüm yerinden. Gitti güzelim pantolon, dedim içimden.
Kafamı yana eğerek aramızdaki boşluğu kaskların kapatmasını engelledim. Sonra bir bismillah çektim içimden. Bu kez sol ayağımı havalandırdım. İçime doğru çekerek… Sağ ayağım motor, Vehbi Kanat ve bendenizin ağırlığı altında titriyordu. Düşmek sonumuz olurdu. Aikido ısınma hareketlerinin faydasını gördüm. Tek ayaküstünde bağdaş kurmuş bir yogiye benziyordum. İçimden sıkı bir küfür salladım.
Bacağımı ve bacağımın ucundaki ayağımı ikimizin arasındaki anahtar deliği boşluğundan geçirip motorun yanında yere bastığımda bir kez daha küfür ettim. Bu kez daha ağırından…
Başarmıştık ama. Birlikte başarmıştık.
Vehbi Kanat’ın ellerini aşağıya indirip belimin üstüne yerleştirmek kolaydı artık. Şimdi, kasklı kafası sağ omzuma yaslanmış, düşmemek için belime sarılmış, cool olsun diye yüz yüze seyahat edecek iki sevgili gibiydik.
Cebimden motosikletin anahtarını çıkardım. Kafamı Vehbi Kanat’ın kasklı kafasının yanından uzatıp, girmesi gereken deliği buldum. Allah’tan tık demeden çalıştı Kanuni Leopard. Sesi güven veriyordu.
Kaskımın rüzgârlığını indirdim. Hafifçe gaz verdim. Hırladı. Vitese taktım. Park ayağını kaldırıp debriyajı gevşettim, motorla birlikte ilerledim.
Oluyordu. Dengem iyiydi. İlk motosiklet sürüş dersimi veren küçük dayımı hatırladım.
Bahçenin kapısından çıktıktan sonra sola dönüş, epey yıl sonraki motorculuğumun ilk sınavıydı. Başarıyla atlattık. Vehbi Kanat’ın kasklı başı sağ omzumda hareketsiz, Sarıyer’in merkezine doğru iyi kötü ilerledik. İnsanlar bize bakmıyordu. Bakanlar umursamıyordu. İyiydi bu.
Giderek motora hâkimiyetim artıyordu. Biraz hızlandım. Küçük sollamalarım işe yarıyordu.
Şehit Muhtar Yılmaz Caddesi’ne ulaştığımızda enikonu motorcuydum. Şimdi derdim geç kalmış olmamaktı. Vehbi Kanat kucağımda ölürse canım sıkılacaktı. Yine de kendi kendimi daha fazla hızlanmamaya ikna ettim. Ortalıkta trafik polisi gözükmüyordu. Bu daha iyiydi.
Cadde ortasından ikiye bölünmüştü. Aradaki beton yükseltinin üzerinden atlayacak kadar motorcu olmadığımı biliyordum. Aşağıdaki trafik ışıklarına kadar ilerledim. Işıklar görününce en sol şeride geçtim. Taksicinin biri penceresinden küfretti. Oralı olmadım.
Işıklara gelince gideceğim sokağın, sol tarafta gerilere doğru uzanan Sarıyer Deresi Sokak’ın tek yön olduğunu gördüm. Bir Coca Cola dağıtım kamyonu, arkasında sabırsız sürücüleriyle yeşilin yanmasını canavar gibi bekliyordu.
Burası İstanbul, dedim kendi kendime. Motosiklet sürücüleri ters yola girerlerdi. Ben de bir motorcuydum. Acemi macemi. Dağıtım kamyonu hareketlenmeden attım kendimi karşıya.
Kamyonla Likit Gaz satıcısının önüne çift sıra park etmiş beyaz Ford minibüsün arasından ustalıkla geçtim. Yön değiştirdiğimde sağ omzuma yaslanmış kasklı kafa savruldu biraz. Omzumu dikerek yerine yerleştirdim. İlerledim.
Burası İstanbul’du, evet. Kimse önümü kesmedi, arkamdan bağırmadı ters yönde ilerliyorum diye. İlerledim. İlerleyemedim. Sağdaki cep telefonu satıcısının önünde bekleyen araçlar arasında geçebileceğim bir boşluk yoktu. Düşünmedim.
İstanbul’da motosikletçiler yaya kaldırımından da ilerlerdi. Soldaki esnaf lokantasının önünde verevine park etmiş Citroen AX ile Renault Megane arasından geçtim, üstüne park edile edile yere gömülmüş kaldırım taşının üstünden kolaylıkla çıktım.
Önümde yaya yoktu. Yolum da az kalmıştı zaten.
Üç saniye sonra Sarıyer İsmail Akgün Devlet Hastanesi Ek Binası’nın önündeydim.
Hafif sola döndüm. Ana bina banka şubesinin hemen arkasındaydı. Kırmızı ACİL tabelası Vehbi Kanat’ın kurtuluş sinyali gibi göründü gözüme. Gelişimi haber vermek ister gibi gaza yüklenip ilerledim.
Ön tekerleklerimi acilin önünde sedyeler için yapılmış eğimli betonun üstüne çıkarıp durdum. Yolcumun birleştirilmiş ellerini kaskımı çıkarmadan başımdan geçirmek zor oldu. Bunu başarmaya çalışırken içeri bağırdım.
“Yaralı var! Yaralı var!”
İçeriden telaş içinde hastabakıcıların fırlamasını beklemiyordum. Onlar ağır ağır ve sallanarak gelirlerdi. Tekrar bağırdım.
“Millet! Yaralı var!”
Vehbi Kanat’ın ellerini kurtarmayı başarmıştım bu arada. Elimi beline yerleştirip motordan indirmem, bindirmemden çok daha kolay oldu. Motor biz onu terk edince devrildi. Umursamadım. Yolcumu acilin içine doğru sürükledim.
Hemen yan taraftaki banklarda oturanlardan birileri bize doğru hareketlendi. Vicdan hasta yakınlarında daha çok olurdu. Kafasında Ecevit kasketi olan amca Vehbi Kanat’ın bacaklarından tutup yardım etti. Kolundan tutan üniversiteli kılıklı oğlan sigarasını atmayı akıl edemedi. Yardımlarıyla biraz daha içeri taşıdık. Kaskımın koyu renkli rüzgârlığı acil girişinin ilerisini açıkça görmeme izin vermiyordu. O yönden de birtakım karartıların bize doğru geldiğini görünce Ecevit kasketliye döndüm.
“Geliyorlar galiba,” dedim. “Sağ ol.”
Genç olanına döndüm.
“Motor hastanın,” dedim. “Kenara bir yere diksen iyi olur. Sağ ol.”
Üniversiteli kılıklı oğlan “başımı ne derde soktum” bakışlarıyla baktı bana. Ecevit kasketli içeriden gelenlere el ediyordu.
“Sağ olun,” dedim ikisine birden. Döndüm. Dar sokakta ileriye doğru yürüdüm. Deniz aşağılarda bir yerdeydi. Deniz iyiydi.
Arkamdan birisi bağırdı ama hiç oralı olmadım. Kafamda kaskımla sokakta hızlı hızlı ilerledim. Sağlı sollu dükkânların önerdiği yemekleri es geçtim. Sokak bitince sağdaki Ortaçeşme Caddesi’ne döndüm. Deniz gözüktü.
Arkamdan polisler falan düdük çalmıyordu. Yine de hızımı azaltmadım. Denize paralel uzanan Yeni Mahalle Caddesi’nden ilerledim. Kimse bana bakmıyordu özellikle. Hayat normaldi. İnsanlar Sarıyer’in göbeğinde, ne yapacaklarsa onu yapmak için yürüyorlar, otomobillerin içindekilerden daha sakin, daha hoşgörülü duruyorlardı.
Meydana ulaşınca yavaşlarken çevreme baktım. Kasktan ve Fenerbahçe formasından kurtulmam gerekiyordu. Tam karşıda Burger King’le Tarihi Sarıyer Muhallebicisi ve Börekçisi duruyordu. Tarihi olanı