Noyan Sert malı biraz görmek istiyordu almadan önce. Haklıydı elbette.
“Dinliyorum,” dedim.
Bir an sessizlik oldu telefonda. Sonra reklamcı arkadaşımın cumartesi çalışmalarından sonraki kahvaltılarda, önem verdiği bir şeyi anlatırken takındığı tavra benzer bir biçimde konuşmaya başladı Noyan Sert.
“Mesele basit aslında,” dedi. “Belki de ben abartıyorum. Kafam karıştı gerçekten. İçimin rahat etmesi için…”
“Evet,” dedim. Yıldız Turanlı dış kapıdan çıkmıştır, otoparka giden yaya yolunda yürüyordur, dedim içimden. Bir türlü almaya elimin değemediği kablosuz telefonlardan biriyle konuşuyor olsaydım, gidişini seyrederdim pencereden diye düşündüm.
“Babam,” dedi. “Babamı kaybettik dün. Kalp hastasıydı. Bekliyorduk diyemem. Beklemiyorduk da diyemem. Doktoru ‘iyi’ diyordu, dikkat etmesi gerekir filan. Her zamanki uyarılar… İlaçlarını alıyordu.”
“Bu arada başınız sağ olsun,” dedim.
“Teşekkür ederim,” dedi Noyan Sert. Sonra ara vermeden devam etti. “Nasıl olur bilirsiniz. Gelen giden. Akrabamız falan yoktur ama; bir kız kardeşim, bir ben. İşte müşteriler, dostlar falan geldi. Protokol ağırlıklı. Bugün eşyalarını toparlamak için evine gittim yeniden, el ayak çekilince.”
“Evet,” dedim dinlediğimi göstermek için. Taksi bekliyordur şimdi sokağın başında, dedim içimden.
“Gardırobunu boşalttım. Giysilerini, çamaşırlarını falan bir bavula koyuyordum. Bizim ajansta bir adamımız var görmüş geçirmiş, o nerelere verilebileceğini biliyormuş, ona verecektim.”
“Evet,” dedim yeniden. Bir kez daha ayak değiştirdim.
Noyan Sert anlatacaklarının en önemli yerine gelmiş gibi sesine yeni bir hava verdi.
“Gardırobunun üst bölümünde bir şapkası vardı. Humphrey Bogart şapkalarından. Çocukluğumdan kalan görüntülerden biridir şapkalı babam. Son zamanlarda giymez olmuştu. Birden heyecanlandım. Eve götüreyim, belki arada giyerim falan diye uzandım. Çekip almamla…”
Tepkimi almak istercesine sustu. Ben müşterisi değildim halbuki Noyan Sert’in. O benim müşterim olacaktı. Hiç ses çıkarmadım.
“…Şapkanın altında bir tabanca varmış. Çekmemle düştü. Şaşkınlıktan tutamadım. Yerde yığılı giysilerin falan üstüne düştü Allah’tan…”
Bir kez daha sustu. Bu kez üzmedim kendisini. Remzi Ünal geri geldi nerelerden geldiyse.
“Patladı mı yoksa?” dedim.
“Yok canım,” dedi Noyan Sert. Esprimi anlamamıştı. İyi bir espri değildi zaten. Neyse, gelecek sefere daha iyisini yapardım. “Patlamadı, niye patlasın,” diye devam etti Noyan Sert, sanki mutlaka açıklaması gerekiyormuş gibi. Sustu sonra. Daha çok nasıl biriyle karşılaştığını çözmeye çalışıyordu galiba.
Canım hafiften sigara istemeye başladı. Başladığım şeye devam edeyim, dedim içimden.
“Tamam,” dedim. “Tuhaf bir yer seçmiş tabancasını koymak için. Ama neden bu kadar şaşırdınız anlamadım.”
“Babamın tabancası yoktu ki,” dedi Noyan Sert, soruma şaşırmış bir sesle.
Evet, bir sigara iyi olacaktı.
“Yok muydu?” dedim. “Emin misiniz?”
“Eminim elbette. Ne alakası var babamın tabancayla mabancayla. Tek başına yaşayan, emekli bir adam. Tabanca edinecek son adam, bana sorarsanız. Neden benim kadar şaşmadığınıza şaştım doğrusu. Sizin tabancanız var mı?”
“Yoo,” dedim.
“Gördünüz mü, herkesin yok,” dedi Noyan Sert.
Neden tabancam olmadığına ilişkin bir açıklama yapmak istemedim.
“Bir yerde bulmuş olmasın?” dedim. “Ya da bir arkadaşının falan?”
“Bir yerde bulduğu tabancayı neden dolabında, şapkasının içine saklasın?” dedi Noyan Sert. “Arkadaşının olsa bile. Sonra hemen her gece konuşuyorduk kendisiyle. Hiç söz etmedi bana. Ne bulduğundan ne satın aldığından ne birisinin verdiğinden.”
“Tuhaf,” dedim.
Tuhaftı gerçekten.
“Tuhaf ya,” dedi Noyan Sert. “Onun için aradım sizi.”
Sigaranın yanına kahve istemiyordum şimdilik ama.
“Ne yapabilirim, pek anlamadım,” dedim.
“Bir yolunu bulup bu tabancanın nerden çıktığını anlayabilirseniz içim çok rahat edecek,” dedi Noyan Sert. “Babamın hayatında bilmediğim bir unsurun olması çok rahatsız ediyor beni. Anlıyor musunuz?”
“Anlıyorum,” dedim.
Pek anlamıyordum ama öyle söyledim.
“Dün gece uyumadım düşünmekten. İnsanın aklına tuhaf tuhaf şeyler geliyor. Benim babam. Tabanca. Gidip birini mi vuracaktı desem, ne alaka. Kendini vuracak desem, tövbe tövbe. Yani… Canım sıkıldı çok.”
“Kız kardeşiniz ne diyor?”
Yalnızca iki fırta bile razıydım.
“Daha bu tabanca işinden söz etmedim ona,” dedi Noyan Sert. “Zaten perişan. Üstelik benden çok daha pimpiriklidir, kafasını karıştırmayayım iyisi mi dedim. Bir yandan da doğru mu yapıyorum diye düşünüyorum. Belki bir şey biliyordur hani. Ama sanmam. Son yirmi dört saattir neredeyse son haftada konuştukları, yaptıkları ettikleri her şeyi en azından on kere dinledim. Tabancadan filan söz etmedi. Babamın gidip Carrefour’dan kendisine yeni bir uzaktan kumanda almasını istediğini bile anlattı ince ince, tabancadan falan hiç söz etmedi.”
“Başka kardeşiniz yok,” dedim soruyla karışık bir tonlamayla. Cevabını beklemeden ekledim. “Anneniz ne zaman…”
Sorumu bitirmeme izin vermedi Noyan Sert.
“Altı ay önce kaybetmiştik onu da,” dedi. “Bu çok dokunmuştu babama tabii. Bizim yanımıza gelme önerilerimizi falan hep reddetti. Yalnız yaşamakta ısrar etti.”
Sigara paketi çok uzaktaydı. Telefonun kordonu yetmezdi uzanmama. Belki kablosuz bir telefon alma işini çok daha ciddi bir biçimde ele almam gerekiyordu.
“Yanına birisini bulmayı denemediniz mi?” dedim.
“Denedik,” dedi Noyan Sert. “Nafile. ‘Gülsüm Hanım’dan sonra kimseyi istemem çatımın altında,’ dedi. Biz de çaresiz her gün telefonla aramaya karar verdik. Uyguladık da son güne kadar. Sabahları kardeşim, akşamları ben. Ha, bir de uzmanlığını bitirmeye çalışan bir doktor kız bulduk, haftada bir uğrayıp bakıyordu genel durumu ne diye. Ona itiraz etmedi artık.”
“Temizlik, yemek falan?”
“Kapıcının karısı. Başkasını istemedi. Zaten annem hayattayken de gelirdi kadın evlerine. Ona alışıktı.”
Doğrudan sormayayım dedim.
“Ne iş yapardı babanız?”
Noyan Sert güldü. İlk kez gülüyordu.
“Mirasyedi…” dedi.
Ben gülmedim. Bir daha telefona gelmeden önce sigaramı peşin peşin yakmaya karar verdim.
“Gerçekten de öyleydi,” dedi Noyan Sert, sesindeki gülücüklerin dozu gitgide azalarak. “Dedemin dedesinin falan çok büyük toprakları varmış Konya taraflarında.