Ne dedi, ne dedi, dedim içimden.
“Sen, dünyanın âşık olunacak en son adamısın, Remzi Ünal,” diye devam etti Yıldız Turanlı. “Dünyanın en son adamı, anladın mı? Ama fark etmez dedim, ölmesin, bir tarafı sakat kalmasın yeter dedim, bir yolunu buluruz dedim, duygularını belli etmekte zorlanıyor dedim. Yaşından…”
Yüzüme baktı. En az eteği kadar gergin olmalıydı yüzüm.
Sigarasından bir nefes daha çekti. İşin zor kısmını atlatmış gibi hissediyordu kendini, eminim. Ben de olsam öyle hissederdim.
“… Benden daha büyük olması canını sıkıyor olabilir dedim…”
Çok ileri gidip gitmediğinden emin olmadığı için gereğinden uzun bir es verdi. Sigarasını kül tablasına bırakmakla süsledi bu sessiz arayı.
“Çok daha büyük…” diyerek doğrusunu söyledim araya girip.
“Her neyse…” dedi, eliyle kafasının etrafında salınan yeni dumanları kovalayarak. “Hallederiz dedim. Direnirim dedim. Hayal bile kurdum. O reklamcı arkadaşının tanıdığı bir sürü şirket var. Birinde güvenlik şefi falan olur dedim… Bir bankada falan…”
Bende çıt yoktu.
“Senden çıt yok haftalardır,” dedi Yıldız Turanlı. “Tamam dedim, adam yalnız yaşamaya çalışmış bunca senedir. Yavaş yavaş dedim.”
Hiç gereği yoktu ama hafifçe gülümsedim.
Yıldız Turanlı hafifçe gülümsememin ne anlama geldiği konusuna hiç takılmadı. Söyleyecekleri bitmemiş, üstelik zor bitermiş gibi hızlandı.
“Ama benim de sabrımın bir sınır var,” dedi. “Bu akşam umutlandım. Yemek dedin. Evimde dedin…”
Yerimde karnım ağrıyormuşçasına kıpırdandım.
“Oynama yerinden,” dedi kızgın bir bakış atarak bana. “Zurnanın zırt dediği yer geldi, dinleyeceksin…”
“Dinliyorum,” dedim.
“Mumlar falan yoktu masada, tamam, daha erken, biraz laflar, sonra birlikte kurarız masayı. Üstelik senin tarzın değil, belki hiçbir şey söylemeden söyleyecektin söylemek istediklerini, oturur beklerdim. Pas atılacak yerde pas atardım. Akşamın programı buydu; güzeldi. Sonra ne oldu birden? Zırr telefon, beyimiz yeniden işe döndü. Yeniden kovalamaca, yeniden kavga, yeniden kurşunlar.”
“Daha belli değil işi alacağım,” diye girebildim araya. Bir etkisi olmadı.
“İşi alacağını daha telefonda ağzının sulanmasından anlayacak kadar tanıdım seni Remzi Ünal,” dedi söylediklerimi duyduktan iki mikro saniye sonra. “Bana maval okuma!”
“Alacağım, tamam,” dedim.
“Hiç olmazsa dürüstsün,” dedi.
“Beni biraz dinler misin?” dedim.
“Bunca zamandır başka bir şey yapmadım,” dedi. “Yani konuştuğun zamanlar.”
“Biraz daha iyi dinle,” dedim.
“Öt!” dedi.
Gözlerime bakıyordu. Gözlerimin içine, taa derinlere bakıyordu. Onu kandırmaya çalışırsam anlayacak gibi bakıyordu. Onu kandırmaya girişmedim. Onu kandırmak gelmedi içimden.
“Ben de çok düşündüm,” dedim. Sustum sonra.
“Eee?” dedi, ‘hepsi bu mu’ der gibi yüzüme bakarak.
Neyi, nasıl anlatacağımı düşünüyordum. Zordu.
Yüzüme bakmaya devam etti Yıldız Turanlı.
İnsanın söyleyecekleriyle daha söylemeden hesaplaştığı anlar vardır. Bu anlardan biriydi. Kafanıza doğru sıradan bir Shomen Uchi sallayan uke’nizle yaşadığınıza çok benzeyen bir an. Ne yapacağınızı bilir uke’niz, yine de yapar. Siz ne yapacağınızı bilirsiniz, karşınızdakinin de bildiğini çok iyi bilirsiniz. İşin kötüsü, ne yapacağınızı bilen saldırganınız izin verir size. Yap yapacağını der, karşıla, kontrol et, eklemlerimi direnemeyecekleri açılarda bük, gücümü bana karşı kullan, kilitle beni, fırlat beni, ne yapacaksan yap. İyi yap ama. İyi yapmaya çalışırsınız. Yaptıklarınıza izin verdiği için içinizden ona teşekkür ederek. Sıranın ona geleceğini bilerek.
Söyleyeceklerimle tam olarak hesaplaşamadığımı biliyordum. Konuşmam gerekiyordu ama. Daha fazla bekletemezdim uke’mi. Sıra ona da gelecekti. Konuşmam gerekiyordu. Küçük bir nefes aldım.
Tam ağzımı açacakken telefon çaldı. Yıldız Turanlı’nın yüzü gerildi. Daha da gerildi. Bir telefona, bir ona baktım.
Eşşoğlueşek herif bekleyemedi yarım saati, dedim içimden. Ya da reklamcı arkadaşım söylemedi ona yarım saat izin istediğimi. Yıldız Turanlı bekliyordu. Ben de bekliyordum. Yüzünde anlayışlı bir gülümseme bekliyordum. Beklediğimi görmedim.
Telefon bir daha çaldı. Hiç beklemediğim bir üçüncü kişi saldırısıyla karşı karşıya gibi hissettim kendimi. Yılların içgüdüsüyle telefona doğru bir adım attım. Yıldız Turanlı ayağa kalktı. Kül tablasındaki sigara benmişim gibi hırsla bastırdı ateşi, iki parmağıyla birden ezdi, söndürdü. Attığım adımı geri alamadım.
Elimi telefonun ahizesine götürdüm, biraz sonra sakin sakin konuşacak olan ben değilmişim gibi kaldırdım. Yıldız Turanlı’nın kararlı adamlarla salonun kapısına doğru yürümesini seyrettim bir yandan.
“Dur, gitme!” diyemedim arkasından. Diyebilirdim oysa. Telefonu yerine koyabilirdim. Arayan bir daha arardı. “Dur, gitme!” diyebilirdim filmlerdeki gibi. Diyemedim.
Telefonun ahizesini iyice yapıştırdım kulağıma. Derin bir nefes aldım konuşmadan önce. Buna ihtiyacım vardı.
“Efendim,” dedim en efendi sesimle.
Salonun açık kapısından Yıldız Turanlı’nın mantosunu giymeye çalıştığını görebiliyordum. Benim tarafıma hiç bakmıyordu.
“Remzi Ünal lütfen,” dedi sesi kendisinden daha az görmüş geçirmişe benzeyen bir sekreter.
Yıldız Turanlı ayakkabısını giyerken eğildi.
Başlıyoruz, dedim içimden. Ya da bitiriyoruz.
“Benim.”
“Remzi Bey, değil mi?” diye ısrar etti kız.
Dış kapının önce açıldığını, sonra kapandığını duydum. Gereğinden biraz sert kapandı kapı. Başlıyoruz dedim ya, dedim içimden. Gitti giden.
“Benim,” dedim yeniden.
Derin bir nefes daha aldım. Bu birincisinden daha iyi geldi. Sanki damağımda duydum hara’ma kadar indirdiğim oksijenin kokusunu.
“Noyan Bey görüşmek istiyordu Remzi Bey,” dedi kız. “Telefonunuzu…”
Sözünü kestim.
“Telefonumu kimden aldığını biliyorum Noyan Bey’in,” dedim. “Bağlayın lütfen.”
“Hemen efendim,” dedi kız. “Bir saniye bekleteceğim sizi.”
Bir saniye bekledim. Bağlanmadı tabii. Biraz daha bekledim. Giden gitmişti nasıl olsa.
“Remzi Bey?” dedi telefonda bu kez sahibinin ne yaşını ne görüntüsünü yorumlamama izin vermeyen bir erkek sesi.
“Benim,” dedim üçüncü kez.
“Adım