CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ATES ETME ISTANBUL. Celil Oker. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Celil Oker
Издательство: Автор
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 9789752126459
Скачать книгу
Oker

      ATES ETME ISTANBUL

Yazarın Yayınevimizden Çıkan Kitapları

      BEYAZ ELDİVEN SARI ZARF

      BİN LOTLUK CESET

      BİR ŞAPKA BİR TABANCA

      ÇIPLAK CESET

      KRAMPONLU CESET

      SON CESET

      YENİK VE YALNIZ

      SEN ÖLÜRSÜN BEN YAŞARIM

      ROL ÇALAN CESET

      GENÇ YAZARLAR İÇİN HİKÂYE ANLATICILIĞI KILAVUZU

      1. BÖLÜM

      Uyandım. Çok zor uyandım. Öyle derin uyuduğumdan değil, gece boyu en az on kere uyandığımdan. Geceden ne kaldıysa daha doğrusu. Kaçta yatağa doğru uçtuğumu hatırlamıyorum. Ne kadar içtiğimi de.

      İnsan eski dostlarını kaybedince, daha eski dostlarını çağırıyor.

      Yatak sertti. Battaniyenin altından dönüveren nevresim belli belirsiz kokuyordu. Yastığıma alışamamıştım. Bunların hiçbirini umursamayacak kadar yorgundum. Hafif başım dönüyordu. Başım ikiye katladığım yastığa değer değmez bayılmışım. Uyumadan önce ne yaşadığım günü ne de yaşayacağım günü gözümün önünden geçirebildim. Oradan biliyorum.

      Pencerenin önünden geçen araçların motor gürültüsünü bir süre sonra duymaz oluyordunuz da, peş peşe kornalar dayanılmazdı. Uyarı kornaları, çağırma kornaları, itiraz kornaları, küfür kornaları. Küfür kornalarında istisnasız uyanıyordum. Bir küfür de ben sallıyordum. Yüzümü yastığa gömüyordum. Bir sonrakine kadar dalıyordum.

      Üst kattan gelen topuk sesleri başka bir işkenceydi.

      Çoğunlukla o sivri uçlu ayakkabıların içine ayaklarını nasıl sığdırdıklarını tam olarak anlamadığım kadınların gülüşmeleri karışıyordu tıkır tıkır topuk seslerine. Erkekler bazen cevap veriyordu, bazen vermiyordu. Cevap verdiklerinde de vermediklerinde de bir süre kesiliyordu tıkırtılar. Sonra yeniden. Çocuk sesi gelmiyordu hiç.

      Kapılar kapanıyordu elbette. Kapılar açılıyordu. Küfrediyordum.

      Yine de uyudum.

      Akşamın pasını üzerimden atmak için uyudum. Unutmak için uyudum. Belki güzel bir rüya görürüm diye uyudum. Rüya görmedim ama. Gördüysem de hatırlamıyorum. Bazıları hatırlanmazmış.

      Bazılarının neden hatırlanmadığını bana öğreten kadına küfretmedim ama hiç.

      Uyandım sonunda. Zor mor uyandım. Duvarlara baktım. Duvarlar bana baktı. Biraz dikildim yatağın içinde. Geriye doğru kaykılıp sırtımı yastığa, yastığı duvara yasladım. Sola doğru eğilerek sigara paketime uzandım. Son sigaramı aldım içinden. Yatmadan önceki akıllı davranışım için kendimi tebrik ettim. Sigaramı yaktım. Paketin ağzını biraz genişlettim kül tablası olsun diye. Gerçek olanı uzaktaydı. İlk nefesi içime çektikten sonra kendimi bir kere daha tebrik ettim.

      Dünya daha dayanılır hale geldi on miligram zifir, sıfır virgül sekiz miligram nikotin ve on miligram karbon monoksitin bir nefes dumanın içine sığan miktarı akciğerlerimden vücuduma dağılınca.

      Biraz kötülük iyi gelir dedim kendi kendime.

      İyi geldi.

      Dört nefes sonra dün sabahki Remzi Ünal kalktı geldi bir yerlerden, nereden geldiyse. Dün sabahki, önceki sabahki, daha önceki sabahki. Bugün ne yapacağını bilemeyen yani. Olsun. Bendim ya. Ben. Remzi Ünal.

      Sonra kalktım.

      Sigaramı söndürüp içinde yatmayı hak ettiği kefenine yerleştirdim. Avucumda sıktım paketi, çöp kutusuna attım. Daha da insanlaşmak için şimdi bir kahveye ihtiyacım vardı.

      Dışarıdan bir küfür kornası daha geldi. Ardından bağrışmalar. Bu sefer küfretmedim. Üst kattan da topuk tıkırtısı gelmiyordu.

      Banyoya gittim. Yüzümü uzun uzun yıkadım. Suyu bol kullanınca giderek daha soğuk akmaya başladı. Saçlarımı, ensemi, dirseklerimi iyice ıslattım. Yüzümden damlalar akıtarak geri döndüm. Pantolonumu yatağa girmeden önce saldığım köşeden alıp giydim. Üzerime ne giyeyim diye düşünmedim bile. Siyah tişörtümün eteklerini pantolonun üzerine çıkardım sadece.

      Saatim kolumdaydı. Cüzdanım komodinin üstünde. Çorap aranmadım, iki gün önce sokağın alt tarafında, tasfiyeye girdiklerini kocaman bir pankartla ilan eden dükkândan aldığım espadrilleri geçirdim ayağıma.

      Odamda kendi suretime bakıp neye benzediğimi bana açık yüreklikle söyleyecek bir boy aynası yoktu. Omzumu silktim. Remzi Ünal’sın işte dedim kendi kendime. Remzi Ünal’dan ne kaldıysa…

      Sığınma odamın kapısından arkama bakmadan çıktım.

      Koridorda yanımdan geçen iki adama selam vermedim. Kars’tan İstanbul’a kurbanlık koyun getirmişe benziyorlardı. Yorgundular. Omuzları birbirine değiyordu yürürken.

      Merdivenlerdeki halı eprimiş ve tozluydu. Ayak seslerini boğmada yetersiz kaldıklarını gece tıkırtılarından biliyordum. Duvarlarda tablo falan yoktu.

      Gece nöbetçisi, gündüz nöbetçisi, concierge, muhabbet tellalı, uyuşturucu dağıtımcısı, icabında polis muhbiri Emre Yeğenoğlu, resepsiyon tezgâhının arkasındaki küçük televizyonda Discovery Channel izliyordu. İşinin gereği ayak seslerimi fark etti. Döndü. Kıpkırmızı gözlerle bana baktı.

      “Günaydın Remzi abi,” dedi. “Erkencisin.”

      Saatime baktım. Düzgün bir işi olan insanların öğle yemeğine çıktıkları saati çoktan geçmişti. Cevap vermedim. Zoraki sırıttım. Kendi çapında şakacıydı. Ceylanı kovalayan jaguarıyla baş başa bıraktım onu. Hangisini tuttuğunu tahmin etmeye gerek yoktu.

      Otelin kapısına doğru yürüdüm. İstiklal Caddesi’nin iki alt sokağındaki adını vermeye utandığım otelimin kapısına. Kapıyı enlemesine ikiye ayıran demirin alt tarafındaki cam, adımımı içeriye ilk attığım günden beri kırıktı. Gece geç saatlerde girerken bir tekme atıp tümden yerle bir etmeyi arzuladığım olmuştu ama daha yapmamıştım. Dışarı çıktım.

      Ortalıkta, görebileceğiniz en iyi İstanbul sonbaharı geziniyordu. Apartmanların arasındaki boşluktan görebildiğim kadarıyla, gelgit bulutların arasından keyifli bir mavi gökyüzü fışkırıyordu.

      Önce iki adım ötedeki Tekel bayiinin tezgâhına yanaşıp bir sigara aldım kendime. Neyse ki param vardı. Önünde arkasında ölüm uyarıları bulunan kırmızı beyaz paketlerden epey satın alabilirdim. Bitince tekrar. Gittiği yere kadar giderdi. Yalnızlıktan gebereceğime TAPDK izniyle geberirdim.

      Ağır ağır İmam Adnan Sokağı’nın üst tarafındaki Kaktüs Kahvesi’ne doğru yürüdüm. Sokağın altlarında başlayan yadırgatıcı ruhsuzluk yukarıya kadar devam ediyordu. Daha bir ay önce milletin oturduğu, sigara tüttürdüğü sokak masaları yerlerini sıkıcı bir boşluğa bırakmıştı. Kaktüs’ten içeri girdim. Benden başka kimse yoktu. Uzun boylu garsona kahve söyledim. Gelmesini beklemeden bir sigara yaksam iyi olurdu aslında, yakamadım.

      Dışarıdan geçenlere baktım sonra. Önüme gazete dergi almak hiç içimden gelmedi. Dünyada ne oluyorsa oluyordu. Benim haberim olsa da oluyordu, olmasa da. Haberim olduğunda bir ıslık çalıyordum yalnızca. Dünya benim ıslığım olmadan da dönüyordu.

      Kahvem geldi. Çoktan beri beklediğim bir arkadaş gibi.

      Kocaman bir yudum alarak başladım sohbete. Formundaydı. Sıcaktı, uyarıcıydı, samimiydi. Eksikliğini her hissettiğimde yanımda olduğunu ağzından tek kelime çıkmadan belli ediyordu. Bana gösterdiği ilgiye misliyle karşılık verdim. Sohbet koyulaştı. Zihnim açıldıkça açıldı. Önümden geçen kızlar daha güzel, oğlanlar daha akıllı göründü gözüme. Demek sigarasız da oluyordu.

      Kahvemin daha yarısına gelmeden genç bir adam kapıda şöyle bir durdu, içeri baktı ve girdi. Sarı saçları, gözlüğü ve petrol mavisi gömleği vardı. Sevgilisi geç kaldı dedim içimden. Sonra önüme, hâlâ sıcaklığını koruyan arkadaşıma döndüm.

      Sarışın delikanlı oturacak yer