Artık Eski Krallık dönemi heykelleri hakkındaki diğer değerlendirmelere geçmeliyim. Tüm bu çeşitli uğraşlar aynı arzudan kaynaklanıyordu: Ölünün suretini muhafaza etmek. Ancak heykeltıraşlar amaçlarına ulaşıp teknik becerinin ve sanatsal hislerin olağanüstülüğünü her daim taşıyacak olan bu harikulade tıpatıp tasvirleri yapıp ölüden kalanları kurutmayı düşündüklerinde, Hanedan öncesi Mısır döneminin zihin yapısının ürünü olan eski fikirler kuvvetli bir şekilde pekiştirilmiş oldu. İlk insanlar, hayat ve ölümün doğası üzerine öncesine göre çok daha belirgin bir şekilde tefekkür etmeye başladılar. Ölmüşlerin bedenlerinin tam ve bozulmamış bir şekilde korunduklarını görmeleri bunda etkili oldu. Eylemleri, fikirlerinin dışavurumu olarak değerlendirilirse, fiziksel olarak eksiksiz olan bu vücutlarda yaşayan varlıklar gibi hissetmelerini ve davranmalarını engelleyen eksiğin ne olduğunu merak etmeye başladılar. Bu merak, hayat ve ölüm gibi ciddi meselelerdeki kafa karışıklıklarından kaynaklanmış olmalı. Aksi takdirde, mumyalamayı icat ederek vücudu muhafaza etmenin daha kesin bir yolunu bulmalarındaki ve oyulmuş bir heykelle ölünün tıpkısı bir tasvir elde etmedeki neden gizemini korurdu. Ancak, ceset çürümez bir şey olarak düşünüldüğünde ve ölünün tasviri gerçekçi bir ustalıkla tasarlandığında eski düşünceler kuvvetli bir şekilde tekrardan hatırlandı. Bunun üzerine bu inanç, canlılığın kaybolmuş unsurlarının heykele geri verilebilmesi durumunda heykelin canlanmış olabileceği ve ölen kişinin canlandırılmış heykelinde tekrar yaşayacağı şeklinde daha kati bir hal aldı. Bu, ölüm ânında cesedin mahrum olduğu canlılık unsurlarının doğasıyla ilgili meselenin daha yoğun ve nüfuzlu bir şekilde araştırılmasını teşvik etti. Zaman içinde bu soruşturmalardan bağımsız bir biçimde, hayli karmaşık bir felsefe gelişti.32
Gelgelelim, şu anda ele aldığım daha eski dönemlerde bu inanç; heykele yaşam sebebini, yaşam enerjisi ile canlı vücudun kokusu ve terini aktarabilmek için icat edilen bazı ritüel yöntemlerinde uygulamalı olarak kendisine yer buldu. Kalp ait olduğu yere döndüğünde, bilginin ve duyunun merkezinin bedenin içinde bulunduğuna inanılıyordu. Bu yüzden bilinci uyandırıp ölünün arkadaşlarını fark etmesini ve iradesiyle davranmasını mümkün kılmak için yapılması gereken tek şey, kalbin fizyolojik işlevini harekete geçirecek kan bağışını yapmaktı. Ölüm esnasında yok olan canlılık unsurları ka-evinde ölüyü temsil eden heykellerde yeniden canlandırılmalıydı.33
Bu meseleyi açıklamak için ilk teşebbüslerimde34 tasvir heykellerin yapımının, mumyalama yönteminin doğrudan bir sonucu olduğu görüşünü benimsedim. Ancak bu gibi meselelere Mısırlıların kendi bakış açısından bakabilmesini sağlayan erken dönem literatürü hakkında derin bilgi sahibi olan Dr. Alan Gardiner, benim yorumumda bazı değişiklikler yaptı. Heykel yapımını mumyalama uygulamasının bir sonucu olarak görmek yerine, iki geleneğin eşzamanlı bir şekilde geliştiğini savundu. Ona göre bu eşzamanlı gelişim hem asıl vücudun hem ölünün parçalarının bir temsilinin muhafaza edilmesi gibi ikili bir arzunun dışavurumuydu. Ama bana kalırsa bu iddia, cenaze törenlerine ait tasvirlerin gerçek mumya sargılarının üzerine yapıldığı gerçeğini açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Junker’dan zaten alıntıladığım bu olgu ve bulgu, mumyalamanın asıl amacının bedeni muhafaza etmek ve mumyanın kendisini ölünün bir taklidi haline dönüştürmek olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Bu çifte amacı yerine getirmek için teknik becerinin yetersizliği fark edilince, mumyanın dışında, daha mükemmel ve daha gerçekçi bir tasvir heykelinin yapımına başvuruldu. Ancak, işaret ettiğim gibi, mumyanın kendisini dönüştürme hevesinden tam anlamıyla hiçbir zaman vazgeçilmedi. Aslına bakılırsa yeni imparatorluk döneminde yaklaşık 2000 yıl boyunca dikkate alınacak sonuçlar elde edildi. Bu görüşlerle yalnızca cenaze törenlerine ait tasvir heykellerinden bahsediyorum. Bunların oluşturulmasından yüzyıllar önce, tasarımcılar öküz ve insanın kilden ve taştan heykellerini yapıyorlardı. Bunlara yalnızca Mısır’da hanedan öncesi döneme ait mezarlarda değil, Avrupa’da “Üst Paleolitik” adı verilen döneme ait kalıntılarda da rast gelinmiştir.
Bununla birlikte cenaze için gerçekçi ve doğal büyüklükteki insan tasvir heykellerinin yapılması yeni bir sanattı. Bu sanat anlatmaya çalıştığım şekilde adım adım gelişti. Tasarımcıların bu heykelleri yaparken eskinin kaba izlenimci tekniklerinden edinmiş oldukları becerileri kullandıklarına şüphe yoktur.
Taş ev (serdab), heykellerin yerin üstünde sergilenmesini mümkün kıldı.35 Taş gömüt, serdab’ın acemice yapılmış bir taklidi olduğu için, mumyalama uygulamasının nihai sonuçlarından biri olarak öne sürülebilir. Öte dünya düşüncesi vücudun kendisinin bozulmaz bir şey olarak yorumlanmasını ve kendine has özelliklerinin tasvir heykeller yoluyla canlı tutulabileceğinin fark edilmesini sağladı. Böylece mezarlık daha bir somut hale büründü. İlkel insanın kendi varlığının son bulma ihtimalini fark etmemiş veya düşünmemiş olduğunu varsaymamız için sebepler mevcuttur.36 İlkel insan, arkadaşlarının öldüğüne tanık olduğunda bile bunun gerçekten hayatın sonu anlamına geldiğini ve yalnızca, ölenin uyanabileceği türden bir uyku olmadığını muhtemelen fark etmemiştir. Ancak ceset imha edilirse veya doğal bozulma sürecine maruz kalırsa ölümün gerçeklemiş olduğu anlaşılır. Erken Mısır edebiyatının değinmiş gibi gözüktüğü bu değerlendirmeleri göz önüne alacak olursak bedeni çürümeye karşı koruma fikrinin varlığın örtük bir devamı olduğu açık hale gelir. Başlangıçta, gerçek bedenin yerleştirildiği yeraltı odaları ölüler için her ayrıntısı düşünülmüş eksiksiz çok odalı ev haline dönüştü.37 Ancak heykel, ölüyü temsil etme görevini devraldığında kendisine yerüstünde bir mesken sağlamış oldu. Bunlar, ölenin akrabaları ve arkadaşlarının gelip ölünün varlığının idamesi için şart olarak kabul edilen kanı bağışladıkları tapınaklar halini aldı.
Böylelikle tapınağın evrimi, ölünün muhafazası ile bağlantı içinde gelişen fikirlerin doğrudan bir sonucuydu. Çünkü başlangıçta burası, ölünün yeniden canlandırıldığı bir yerden başka bir şey değildi. Ancak, ileride açıklayacağım sebeplerden dolayı, ölü kral tanrısallaştırıldığında, bağışların yapıldığı tapınak, yiyecek ve içeceğin tanrılara ikram edildiği bir yapı haline geldi. Böylece, hem kralın varlığı kalıcı hale geliyor hem de kralın bilincini yeniden kazanması sayesinde haleflerinin gerçek krala danışarak onun tavsiyesini ve yardımını almaları için fırsat sağlanıyordu. Ölü krala adakların adanması ve bilincin canlandırılarak eski haline gelmesi için ayinler başlangıçta yalnızca bu sebepler için yapılmaktaydı. Ancak ilerleyen süreçte asıl amaç unutulunca, tapınağın işlevi karakterine uygun olarak değişti. İşlevlerin anlamı, biat ve tapınma eylemleriyle açıklanmaya başlandı. Çok daha sonraları dua ve yalvarma, tapınağın işlevleri arasında hiçbir surette bulunmayan ahlaki ve manevi bir değer kazandı. Tapınağın ilk amacı olan adak sunma ise varlığını sürdürdü. Çağımızda bile tapınaklarda hâlâ adak adanmaktadır.
Libasyonun Anlamı
Bu konferansın ana konusu, Aylward M. Blackman’ın Mısırlılar için tütsü yakma ve libasyonun ne anlama geldiği hakkındaki önemli keşfi sayesinde şekillenmiştir.38 Antik dönem insanlarından günümüze kadar korunmuş ilk yazılı kaynaklar bütünü, Beşinci ve Altıncı Hanedan dönemine ait Sakkara Piramitleri’nin