1. şekil: Tütsü Yakmanın ve Libasyonun Geleneksel Bir Tasviri (Yeni İmparatorluk Dönemi – Lepsius Sonrası)
Tütsü yakmanın kökenini izah ederken bu kadar çeşitli ve birbirini karşılıklı olarak çürüten sebepler varsa bu, uygulamanın o kadar “basit ve açık” olamayacağı anlamına gelir. Zaten geçmişte de bilim insanları hangi teorinin geçerli olduğu konusunda anlaşmaya varamamıştır.
Ancak öğrenilen yanlışları sıralamanın hiçbir faydası yoktur. Erken dönem literatüründen günümüze ulaşan belgeler sayesinde doğru açıklamaya ulaştığımızda bu yanlışların çelişkileri ortaya çıkar. Ben bunun için Mısır’ın Piramit Metinleri’ni tercih ediyorum.
Bu antik kaynağı incelemeden önce, bu gibi meseleler hakkındaki tartışmaların genel prensipleri gözden geçirilmelidir. Bu bağlamda, totemcilik uygulamasıyla ilgili Profesör Sollas’tan7 alıntı yapmak uygun olacaktır: “Böyle fikirlerin nasıl üretildiğine akıl erdirmek zorsa, bu fikirlerin farklı kavimlerce neredeyse aynı yolla tekrar tekrar nasıl oluşturulduğunu ve farklı çevrelerde bağımsız bir şekilde nasıl geliştirildiğini anlamak çok daha zordur. En azından hepsinin ortak bir kaynağı olduğunu düşünmek en kolayıdır (…) ve dünyanın en ücra köşelerine kadar ulaştırılmış olabilir.”
Tütsü yakma ritüelinin herhangi bir özelliğini ve farklı coğrafyalarda bu ritüelin icra edildiği özgün koşullar hakkındaki bulguları özenli ve önyargısız bir şekilde inceleyen herhangi biri, böyle insan yapımı bir geleneğin icat edildiği merkezden dünyanın geri kalanına yayılmış olması gerektiğini kabul edecektir.
Etnolojik bir konuyla ilgili bu sözde “açıklayıcı izahın” incelenmesiyle dikkate değer bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Olayın içinde olanlar, bu meselelerin kaynağını layıkıyla açıklayacak bir değerlendirme sunamamaktadır. Onlar tütsü yakma ritüelinin çok uzun zamandan beri yapıldığını ve bunun çok yaygın bir uygulama olduğunu bilirler. Geleneğe çok alışmışlardır ve onun devam etmesi için üstü kapalı bazı bahaneleri vardır. Uygulamanın ne kadar tuhaf bir biçimde akıl dışı ve açık bir manadan yoksun olduğunun farkında değildirler. Bu tarz uygulamalar için öne sürülen sebep çoğu zaman, tarihsel süreçte ritüelin icrasına eklenmiş geleneksel anlamların veya ritüeli isimlendirmek için kullanılan ifadelerin yorumlanmasından ibarettir. Genellikle bir etnograf ya da bir apolojist8 libasyon veya tütsü yakma gibi ritüellerin niçin icra edildiğini bilmediklerini, bu ritüellerin onlara tamamen anlaşılmaz ve manasız geldiğini kabul edecektir. Adanmışlığın kutsal bir eylemi olarak seleflerinden onlara miras kaldığı için bu ayini icra etmelerinin altında yatan gerçek sebebi de kabul etmeyeceklerdir. Ritüelin asıl anlamı, antik dönemden aktarıldığı süreç içinde tamamen unutulmuştur. Onlar bunun yerine basitçe, böyle eylemlerin anlamı belliymiş gibi davranırlar. Dini duygular ve safsatalarla oluşturulan büyü bozulduğunda böyle yalandan açıklamaların hilekâr tarafı ortaya çıkar. Buna karşın apolojistler, kendilerini veya müritlerini bilinçli olarak kandırmak gibi bir niyetleri olmadığından tamamen günahsızdırlar. Onlara göre bu gibi ritüellerin yapılacak doğru ve uygun şey olarak nesilden nesle aktarılması yeterlidir. Ancak insanoğlunun içgüdüsel dürtülerine karşın insan zihni, asıl kaynağı bilinmeyen eylemlerin gerçek sebeplerini öğrenmek ister.
İnsan davranışlarının çoğunlukla akıl kaynaklı olduğunu varsaymak, sık düşülen bir yanılgıdır. Günlük hayatla ilgili pek çok psikolojik araştırma, insanın genellikle beklendiği gibi akıl açısından üstün bir varlık olmadığını göstermektedir.9
İnsan pek çok davranışında içgüdülerinin, yaşanmışlıklarının ve içinde büyüdüğü toplumun âdetlerinin etkisindedir. Ancak bir kere eyleme geçtiğinde veya gideceği yol haritasını çizdiğinde nedenlerini haklı çıkarmak için bahaneler üretmeye hazırdır. Çoğu kez bu bahaneler eylemin altında yatan gerçek sebepleri göstermez. Pek az insan sebepler üzerine düşünür veya kendi duygularının, eylemlerinin gerçek değerinin farkındadır. İnsanda, kendisini tatmin etmek için hislerine ve duygularına, yani yaşadıklarının anlamına tercüman olan bir içgüdü vardır. Ancak bu daha çok kendini haklı çıkarmanın bir gereğidir. Yani insan, gizlenen asıl sebebin yerine yapıp etmelerini haklı çıkaracak tatmin edici bir açıklama getirir.
Bu haklı çıkarma sürecinin, insanın yaşamı boyunca edindiği bilgi ve geleneklerin toplamıyla oluşturduğu zihinsel bir tasarıma dayandığı açıktır. Doğduğu andan itibaren sürekli maruz kaldığı etkiler, insanın inançlarının ve görüşlerinin şekillenmesinde önemli bir rol oynar. İnsan bilinçli bir şekilde veya farkına varmaksızın bazı sabit fikirleri benimser. Bu fikirler yalnızca dini, ahlaki veya politik olanla ilgili değildir; günlük hayatta çok sık karşılaşılan durumlar hakkında neyin doğru neyin yanlış olduğuyla da ilgilidir. Bunlar, insanın inançlarını ve konuşma biçimini kesin olarak şekillendirir. Bu süreçte aklın şaşırtıcı bir şekilde çok ufak bir rolü vardır. Zira çoğu insan, içinde yaşadığı toplumun geleneklerini çevresinden öğrenir ve böylece bunlar üzerine lüzumsuz yere düşünmek zahmetinden kurtulur. Toplumun uzun süreli geleneklerinin aktarım aracı olan kelimeler, çağlar boyunca yavaşça gelişen ve inceliğiyle insanların düşüncelerine renk katan sembollere ve çoğu insanın belirsiz bir şekilde farkına varabildiği ince anlam farklılıklarına sahiptir.10 Her birey, topluluğunun oturmuş gelenekleriyle karşılaşır. Toplumun inançlarının ve tecrübelerinin semeresinin alındığı bu süreçte her bir fert, pek çok geleneği ve fikri sorgulamadan kabul eder. İnsanlar bunları zaten açık seçik bir şey olarak görme eğilimindedir. Her ne kadar bunlar hakkında bir soru sorulduğunda gerçek hikâyeyi anlatamayacak durumda olsalar da bunları akıllarıyla onayladıklarını veya akılları tarafından yönlendirildiklerini zannederler.
Bu genel değerlendirmeyi bitirmeden önce11 medeniyet tarihinin erken dönemlerini çalışanlar tarafından sıklıkla görmezlikten gelinen bazı basit psikolojik gerçeklerden bahsetmek istiyorum.
İlk olarak, insanoğlunun en basit icadı bile yapmasını sağlayan şartların sayısı ve karmaşıklığı, bu şartların ikinci defa bir araya getirilmesinin imkânsız olduğunu gözler önüne sermektedir. Herhangi bir konuda son derece açık ve kesin kanıtlar ileri sürülünceye kadar gelenek ve inançlarda antropolojik açıdan hiçbir önemli değişimin iki defa gerçekleşmediği düşünülebilir.
Bu iddiayı çürütmeye çalışanlar patent bürosunun çalışmalarına başvurarak konunun anafikri hakkında hiçbir şey bilmediklerini gösteriyorlar. Zira bu antropolojik mesele, ortak herhangi bir bilgi birikim mirasını paylaşmadığı ve birbiriyle doğrudan veya dolaylı olarak herhangi bir temas kurmadığı varsayılan farklı farklı toplumlarla ilgilidir. Ancak patent bürosuna başvuran kişilerin hepsi bizim medeniyetimizin ortak birikiminden istifade ediyorlar. Başkaları tarafından taklit edilmesini engellemeye uğraştıkları icatlar yalnızca, tüm medeni insanların ortak mirasının ürünüdür. Benzer buluşlar aynı koşullar altında görünüşte birbirinden bağımsız bir şekilde yapıldığında dahi, çoğu durumda bu buluşlar insanlığın ortak bilgi birikiminin sonucu olarak düşünülür.
Bu genel tartışmalar