Bu çalışmanın konusuyla yakından ilgili olan bu bağlantı, tütsü ağaçlarındaki Ana Tanrıça’nın kişileştirilmesiyle sağlanmaktadır. Tıpkı su dökmenin Osiris’in sıvısı olarak kabul edildiği gibi tütsü yakma da böylece Ulu Ana’nın teri veya gözyaşları haline geldi.
Yaşam Kaynağı Olarak Nefes63
Heykeli veya mumyayı canlandırma ritüelinde su dökmenin ve tütsü yakmanın çok mühim bir yeri vardır. Ancak merasimdeki en önemli hadise, varlığa can bahşetme olarak görülen “ağız açmaydı”.
Başka bir yerde64 kalp ve kan kavramlarının; hayatın, hissin, iradenin ve bilginin aracı olarak görülmesinin son derece kadim bir anlayış olduğunu belirtmiştim. Nefes düşüncesinin “yaşam kaynağı” olarak ilk defa ne zaman ve hangi şartlar altında benimsendiği bilinmemektedir. Bazı ilkel felsefe sistemlerinde nefesin kalple ilişkili olduğu farz edildiğinden, bu inançların antik kalp teorisinin kurucu unsuru olabileceği öne sürülür. Amerika, Avustralya ve diğer başka yerlerdeki bazı kaya resimlerinde hava kanalları kalbe işaret edecek şekilde resmedilir. Ancak, mumyalama uygulamasının “kalbe” ve “nefese” ilişkin, nihayetinde bunların varsayılan işlevleri65 arasında ayrıma yol açacak çok daha net fikirler sunduğuna ancak çok az kişi itiraz edebilir. Kalp ve kan cesette de bulunduğundan, bunlar artık “hayat kaynağı” olarak kabul edilemezdi. Nefesin yokluğu ise açıkça vücudu cansızlaştıran bir “unsur”du. Bu yüzden kalbin işleyişini düzenlemesi için zaruri görüldü. Kalp böylece, yaşarken hisseden ve isteyen bir bilgi merkezi olarak görülmeye başlandı. Vücudun bütün bu atımlı hareketleri, solunum eylemi gibi yaşam kaynağının ifadesi veya “hayat” olarak görülmüş gibi gözüküyor. Hollandalı etnoloji yazarları bunu “ruhsal öz” olarak anıyorlar. Atışın kolaylıkla hissedilebileceği belirli geçiş yerlerinin yakınları ve nabız atışının bebeğin bıngıldağında hissedilebildiği yer olan kafanın üst tarafı, böylelikle kimi Asya halkları tarafından, hayatın özünün vücuda girip çıkabileceği yer olarak görülmüştür.
Muhtemelen antik dönemlerde bu inanç, şimdiye göre daha yaygındı. Antik dönem insanlarının kafatasına trepanasyon66 uygulaması bu inançla ilgiliydi. Trepanasyon yöntemiyle “hayati öz”ün kafatasına girip çıkabileceği daha müsait bir yol sağlanıyordu.
Profesör John Burnet, “Sokratesçi Ruh Öğretisi”67 adlı konferansında, ruhun erken dönem Yunan düşüncesindeki anlamını, nadir bulunan bir kavrayış ve açıklıkla izah etmiştir. Köken olarak ψυχή kelimesi “nefes” anlamına gelir, ancak bu kelime tarihi süreçte iki farklı anlam kazanmıştır: cesaret ve yaşam kaynağı. Bu, varlığı ve yokluğu, canlı ile cansız arasındaki en bariz ayrımı veren şeydir; bir insanın ölüm sırasında teslim ettiği “ruh”tur. Ancak baygınlık (λιποψυχή) esnasında vücuttan kısa süreliğine ayrılması anlamına da gelebilir. Ruhun, vücut uykudayken serbest bir şekilde gezinebilen ve hatta başka bir insanın rüyasında da beliren bir şey olduğunun düşünülmesi de son derece doğaldı. Dahası, ölümle ilgili rüyalar görebildiğimiz için bize görünen şey, tam da ölüm esnasında vücuttan ayrılan neyse o olmalıydı. Bu değerlendirmeler, gerçek vücutlu insanın bir nevi tamamlayıcısı olarak “ruh” ile ilgili yaygın inancı açıklamaktadır. Bunun karşılıkları; Mısır dilinde ka,68 İtalyancada genius, Eski Yunancada ise ψυχή’dir.
Bu tamamlayıcı unsur, biz uyanıkken içimizde hisseden ve isteyen her ne varsa onunla özdeş değildir. Bunun genellikle nefes değil, kan olması gerektiği düşünülür.
Ne hissediyor ve algılıyorsak kalpte bir yerlerdedir; onlar vücudun bir parçasıdır ve vücutla birlikte yok olur giderler.
Ruhların bilinci yalnızca kanı emebildiklerinde bir süreliğine yerine gelir.
Bir zamanlar ψυχή’nin, yaşayanların bahşettikleriyle, özellikle de dökülen içkilerle besleniyor olmaları gereken yerde, yani mezarda, vücudun içinde yaşadığı düşünülüyordu.
Mısırlı bir psikolog bu hikâyeyi, Profesör Burnet’ın bahsettiğinden çok daha öncesine götürür. Mısırlı psikolog “kalp (akıl) ve dil”in işlevlerini, kendi düşüncelerini dile getirmiştir. Gözler gördüğünde, kulaklar işittiğinde ve burun soluk aldığında, bunlar kalbe nakledilir. Her şeye sebep olan odur (kalptir), kalbin düşüncesini dile getirense sözlerdir.”69
“Tanrıları yaratan Atum’un, Ptah-Tatenen’le ilgili şu ifadeleri kullandığı söylenir: ‘O, tanrıları tasarlayandır.’ Ptah-Tatenen, tanrıları, gönüllerine uygun bir şekilde yaratmıştır. Sonra tanrılar, her biri ağaçtan, taştan ve metalden yapılma vücutlarına girmişlerdir.”70
Piramit Metinleri’nde İsis’in yaşam kaynağını “kanatlarıyla rüzgâr yaratarak” Osiris’e taşırken resmedilmesi, bu fikirlerin gerçekten çok eski olduğunu göstermektedir.71 Yaşam kaynağının geri getirilmesini sağlamayı amaçlayan “ağız açma” merasimi, heykel veya mumyanın önünde yapılan ritüelin önemli bir parçasıydı. Daha önce bahsettiğim gibi (s.25), tasvir heykelini biçimlendiren heykeltıraş, “hayat veren” olarak isimlendiriliyordu ve bir heykeli “meydana getirmek” kelimesi “doğurmak” anlamına gelen kelimeyle özdeşti. Tanrı Ptah, insanı kendi suretinde, kilden yaratmıştır. Benzer bir şekilde hayat veren heykeltıraşlar, varlığın ebediliğini güvence altına alma aracı olan tasvirler yaptılar. Bu varlıklar libasyon ve tütsü yakma eşliğinde “ağız açma töreni” ile canlandırılıyorlardı.
Bu sürecin Mısır’da rasyonelleştirilmesinin bir sonucu olarak birçok yaratılış efsanesi ortaya çıktı. Bunlar Hindistan’da, Endonezya’da, Çin’de, Amerika’da ve başka yerlerde bütünlüklerini tamamen koruyarak günümüze kadar ulaştılar. Taştan, tahtadan veya kilden bir heykel tasarlanmış, pek çok yerde gökyüzünden indiği düşünülen, yaşam kaynağı olan nefesin bu heykellere girebilmesi için canlandırma ritüelleri gerçekleştirilmiştir.72
Mısır inancından türeyen dünya genelindeki efsanelerin pek çoğunda olduğu gibi Mısır inancında da hayati ilkenin, (çoğunlukla, “ruh”’ kelimesiyle “ruhsal öz” veya “tamamlayıcı eş” kastediliyordu) vücudun dışında var olabileceği fikri nihai bir şekil kazandı. Açıklama ne olursa olsun, hayati ilkenin vücudun dışında var olabileceği fikrinin benimsendiği kesindir. Hayati ilkenin vücuda geri döndüğü ve geçici olarak vücudu canlandırdığı düşünülmekteydi. Hayati ilke ölünün taştan tasvirinin içine girer ve orada kalırdı. Kimi zaman bu sözde “ruh” ağız, “ağız açma” merasimiyle birlikte heykelin içine giren yaşam kaynağı ile özdeşleştirilirdi.73
Sör Edward Tylor ve onun animizm hakkındaki teorisini kabul edenler genellikle, “ruh” düşüncesinin Burnet’ın yukarıda alıntıladığım pasajında bahsettiği rüya ve gölge fenomenlerini açıklama girişimlerine dayandığı görüşündedirler. Bir insanın uyurken, tanımadığı insanları rüyasında görebilmesi ve çeşitli maceralar yaşayabilmesi pek çok insan tarafından, bunların gerçekten yaşanan hadiseler olduğu varsayımıyla