Doğan vanilyalı pipo tütünü kokan nefesiyle solurken Meltem’in uzun saçlarını geriye itti. Sehpanın üzerindeki paralara uzanıp tamamını Meltem’in çantasına sokuşturdu. “Neyine yetecek ki iki yüz lira. Kaç gün önce hepsini senin için bırakmıştım oraya. Almadan defolup gitmişsin,” dedi.
“Param varken ve ihtiyacım yokken niye senden para alayım ki?”
“Olsa da almazmışsın gibi geliyor. Beni kendine yakın biri olarak görmüyor musun? Bir yabancı mıyım ben?”
“Öyle bir şey yok… Gerekirse alırım ve gerekirse ben de sana veririm.”
Meltem’in olacakları geciktirmek için açtığı bu saçma muhabbet birkaç saniye içinde bitmişti. İçini sıkıntıyla çekti ve Doğan’ın anlamaması için o nefesi dünyanın en uzun zamanında, ağır ağır verdi.
Yatak görevi gören uzun, üçlü koltuğun üzerinde alışılagelmiş anlar yaşanırken asma katın kapısı birkaç kez açılıp kapanmış, içeri birileri girip çıkmıştı. Gelen herkes en az Doğan kadar, en az Meltem kadar sarhoştu. Hiç kimse kimsenin ne yaptığını görecek, kınayacak ya da yargılayacak durumda değildi. Kimin ne haddine! İçerideki hiç kimse bir diğerinden daha az ya da daha çok değildi.
Sabahın ilk ışıkları asma katı aydınlatmayacaktı. Aslında ışık hiçbir zaman dolduramazdı burayı, çünkü asma katın pencereleri sokağa açılmıyordu. Eğlence merkezi olan binanın giriş katındaki koridorlardan başka bir yer görünmezdi buradan.
Meltem korkunç bir baş ağrısıyla uyandığında içerisi her zamanki gibi çok karanlıktı. Uzanıp baktığında saatin on olduğunu gördü. Ayağa kalkıp giysilerini çekiştirdi, toparlanmaya çalıştı. Bu sırada masada, koltuğa oturmuş kendisine bakan Doğan’ı gördü. Elinde bir fincan tutuyordu ve içindeki kahvenin mis kokusu tüm asma kata yayılmıştı.
“Sana da kahve yapayım mı? İçer misin?”
“Ben gidiyorum,” dedi Meltem.
Külotlu çorabını giyerken, bir ayağını yukarıya doğru çektiğinde bacaklarının arasındaki ağrıdan gözleri yaşarmıştı. Öyle ki bu, başının ağrısını bile unutturmuştu ona.
“Bir süre gelmem artık,” dedi dişlerinin arasından. Kendinden daha fazla iğrenmemek için konuyu değiştirmeye çalıştı ve daha önce söylediğini bildiği halde bir kez daha tekrarladı. “Söylemiş miydim sana dün gece? Sehpanın üzerinden iki yüz lira aldım. Dün yanıma çok az para almıştım onu da yolda bir sokak çalgıcısına verdim. Öyle açtı ki…”
Doğan odanın diğer köşesinde, yere serilmiş battaniyenin üzerinde yatan iki kişiye tiksintiyle bakarken sessizce konuşmaya gayret etti. “Söyledin de dün gece de söylediğim gibi parayı senin için bırakmıştım oraya, hatırlamıyor musun? Geriye kalanını da çantana koydum.”
Doğan içini çekti, kahve fincanını masanın üzerine bıraktı.
“Meltem, lütfen söyle artık, nereye gidiyorsun, neler yapıyorsun? Nasıl yaşıyorsun, ne yiyip içiyorsun? Maddi olarak iyi bir durumda mısın, zorluk mu yaşıyorsun?”
“Neyin sorgusu bu Doğan? Gelemem ben böyle sorguya falan.”
Başı yeniden zonklamaya başlarken bacaklarının arasındaki sızı da dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Paramparça hissediyor, ağrının şiddeti kulaklarında uğulduyor, başını döndürüyordu. Görünmez bir el karnının içinde dolaşıyor, iç organlarını yakaladıktan sonra onları sıkıca kavrıyor, döndürüyor, döndürüyordu. Canı çok yanıyordu ve gece ne yaşadığını hiçbir şekilde hatırlamıyordu. Ağrılar, sancılar içindeydi ama başka bir taraftan da sanki ta derinliklerde, bedeninde ya da beyninde hiç bilmediği bir nokta, çok ama çok aç olan bir nokta bu ağrılar ve sancılarla besleniyor, tıka basa doyuyordu.
Meltem asma katı terk etmeden önce köşede uyuyanlardan biri kımıldandı. Meltem de tıpkı Doğan gibi tiksintiyle yüzünü buruşturdu ve hızla başını çevirdi. Taşımakta güçlük çektiği görünmez bir yükle birlikte asma katın merdivenlerinden inerken kendisini acılı, yapış yapış, pislik içinde ama bir o kadar da doymuş hissediyordu.
“İyi, ne halin varsa gör,” diye mırıldandı onun ardından Doğan kahvesini yudumlarken.
6. BÖLÜM
Bir Opera Melodisi, Ritüel, Gölge ve Ninni
Aynı nakaratı ne çok tekrarladı operacı! Müzikseverlerin ağızları sulandı. Bebek ağlıyor… Süt ister, anne ister, ninni ister
“La la la la la la laaaa. La la la la la la laaaa.”
Defne gözlerini açtı, opera öğrencisinin durmaksızın tekrarladığı bu melodiyi dinlerken gözünü tavana dikti. Sanki soğuk, koyu mavi bir boşlukta yükselip alçalıyor, notaların eşliğinde kanatları olmadan uçuyordu. Yerçekimsiz bir ortamda olabileceğini düşündü… Yok, hayır, içinde bulunduğu durumu karşılayan cümle tam olarak bu değildi. Yerçekiminin ta kendisiyim ben, diye düşündü. Mıknatısın çiviyi çekişi gibi evrendeki tüm olayları üzerine çekiyordu.
Bir keresinde bunu Ela’ya anlatmaya çalıştığında Ela burun kıvırıp terslemişti. “Kendini bu kadar özelleştirmekten vazgeç kızım, sonuçta bu hepimizin hissettiği bir şeydir. Bizler, evrende kendimize özgü bir çekim gücü oluştururuz ve yaşanacakları üzerimize çekeriz. Böylece kendi yaşam öykümüzün merkezi durumuna geçeriz ve bu merkez, sahnede sergileyeceğimiz yaşam gösterimizin sahnelerini, oyuncularını mıknatısın çiviyi çekişi gibi üzerimize çeker. Herkesin farklı bir evreni olduğuna inanıyorum. Bunlar benim çıkarımlarım.”
Bunları düşünürken derinden, ta derinden başka bir ses geldi kulağına. Doğrulup dikkat kesildi ve dinlemeye başladı. Bu bir bebek sesiydi. Bütün gücüyle bağırıp ağlıyordu ve Defne bu sesi çok iyi tanıyordu. Bu, çöp konteynerinin yanında bulduğu bebeğin sesiydi. Evet, onun sesiydi ve işte, şimdi doğruyu söylediğini Ela’ya kanıtlayabilecekti.
Ela, diye düşündü. Neredesin?
Sonra dikkatini yine bebek sesine yoğunlaştırdı. Acaba nereden geliyordu ses, hangi odadan? Ela onu bulmuş ve odalardan birine mi götürmüştü? Bebeği bulması gerektiğini düşündü. Ama evin diğer katlarını dolaşmadan önce yapması gereken bir rutini vardı. Kalktı, konsolun çekmecesini açtı, makası aldı ve saçlarının ucundan yarım santimlik bir tutamı kesti. Çekmecenin altında duran kapağı açarak bir bez kese çıkardı. Tutamı, kesenin içindeki diğer tutamların arasına bırakarak kesenin ağzındaki ip bağcığı sıkıştırdı, kesenin ağzını bağladı. İşte tamam, diye düşündükten sonra sokak kapısının yanındaki dolaba yöneldi ve içinde duran ayakkabı fırçasını aldı, kapıyı açtı ve fırçayı üç kez kapı eşiğine vurdu. Kapıyı kapadı ve fırçayı yerine koydu.
Pencereden bakarken sigarasını içen kirli saçlı kadın, “Arif, bu kadın gerçekten manyak, yine fırçayla kapı eşiğine üç kez vurdu,” diye seslendi kocasına.
Defne içeri girdi ve yeniden sesleri dinlemeye başladı. Ağlayan çocuğun sesini işitemedi. Dikkat kesildi. Derin bir sessizlik her yanı kaplamıştı.
“Ela!” diye bağırdı. “Neredesin?”
Cevap