Gelgelelim markizin Swann’a ilişkin bu sözleri, onu büyük halamın gözünde yüceltmek yerine, Mme. de Villeparisis’yi küçültücü bir etki yaratmıştı. Sanki büyükannemin sözlerine istinaden Mme. de Villeparisis’ye duyduğumuz hürmet, ona bu saygıya layık olmadığını düşündürecek bir şey yapmama sorumluluğunu yüklüyordu da markiz de Swann’ın varlığından haberdar olarak, aile fertlerinin onunla görüşmesine izin vererek bu yükümlülüğünü yerine getirmemişti. “Nasıl olur da Swann’ı tanıyabilir? Üstelik, Mareşal Mac-Mahon’la akraba olduğunu iddia ettiğin bir hanım!” Swann’ın ilişkileriyle ilgili bizim ailede yaygın olan bu görüş, neredeyse bir kaldırım yosması sayılabilecek alt tabakadan bir kadınla yaptığı evliliği ile onaylanmış gibi geldi kendilerine; zaten Swann da karısını bizle tanıştırmaya hiç kalkışmadı, ziyaretlerini giderek seyrekleştirmekle birlikte bir başına evimize gelmeye devam etti ama bizimkiler, Swann’ın -karısını da o çevrede bulmuş olabileceği kanısıyla- girip çıktığı, kendilerinin bilmediği bu çevre hakkında bir hükme varabileceklerini zannettiler.
Fakat bir defasında büyükbabam bir gazetede, M. Swann’ın, babasının ve amcasının Louis-Philippe yönetiminin en önde gelen devlet adamları olduğu X… dükünün evindeki pazar kahvaltılarının en sadık müdavimlerinden biri olduğunu okudu. Büyükbabam, Molé, Pasquier ve Broglie dükü gibi adamların özel hayatlarına düşünce yoluyla sızmasına yardım edecek bütün bu küçük detaylara pek meraklıydı. Swann’ın onları tanımış olan bu insanlarla görüşüyor olmasına sevinmişti. Büyük halam da tam tersine, bu haberi Swann’ın aleyhine yorumladı: Görüştüğü kişileri, içine doğduğu kendi kastının, toplumsal “sınıf”ının dışından seçen biri, onun gözünde korkunç bir düşüşe mahkûm olurdu. Bu gibi insanlar, ileri görüşlü ailelerin, evlatlarının iyiliği için şerefli bir şekilde besleyip büyüttükleri mevki sahibi insanlarla olan bu müstesna ilişkilerinin meyvelerinden bir çırpıda vazgeçiyorlarmış gibi görünürdü ona (Hatta büyük halam, sırf bir asilzade ile evlendiği için aile dostlarımızdan bir noterin oğluyla görüşmeyi kesmişti; bu, onun nazarında, saygıdeğer bir noter oğlu mertebesinden, kraliçelerin ara sıra lütuflarını eksik etmedikleri anlatılan eski oda hizmetkârlarının ve seyislerin bulunduğu maceraperestler sınıfına düşüş demekti.). Büyükbabamın, akşam yemeğine geleceği bir sonraki sefer, Swann’ı bizim yeni keşfettiğimiz bu dostları hakkında sorguya çekmesi fikrini eleştirdi. Diğer yandan büyükannemin, onunla aynı asaleti taşıyan ancak aynı anlayışı paylaşmayan, yaşı geçkin iki kız kardeşi de eniştelerinin boş konulardan bahsetmekteki bu hevesini anlayamadıklarını belirttiler. İnce zevklerin insanlarıydı ve bu yüzden tarihsel açıdan ilginç olsa dahi genellikle söylentiden öteye gitmeyecek şeylere, doğrudan estetik veya erdemle bağlantılı olmayan herhangi bir şeye karşı en ufak bir yakınlık duymuyorlardı. Sosyete hayatıyla uzaktan yakından ilişkili olabilecek her türlü şeye karşı o kadar ilgisizlerdi ki -akşam yemeğinde, sohbet havai, somut konulara dayalı bir hâl aldığında ve bu iki hanım, konuşmayı, sevdikleri konulara çekemediğinde geçici bir süre için herhangi bir fayda sağlamayacağını anlamış olan- işitme duyuları, bu konular konuşulurken alıcı organlarını dinlenmeye alır, onları gerçek bir atrofi başlangıcına maruz bırakırdı. Eğer büyükbabam o esnada iki kız kardeşin dikkatini çekmek isterse psikiyatristlerin hastalık derecesinde dalgınlığı olan bazı hastalarda kullandıkları fiziksel uyarılara başvurmak zorunda kalırdı: bıçağın kenarıyla birkaç kez üst üste bardağın kenarına vurmak, aynı anda sertçe seslenip gözünü dikmek, psikiyatrların çoğu kez, ya mesleki bir alışkanlık olarak ya da herkesin biraz deli olduğuna inandıklarından gündelik hayatındaki sağlıklı insanlarla arasındaki ilişkilere de taşıdığı sertlik içeren birtakım yöntemler.
Her nasılsa, Swann akşam yemeğine bize gelmeden bir gün önce bizzat kendilerine bir kasa Asti şarabı gönderdiği gün, halam, Corot Sergisi’nden bir tablonun adının yanında “M. Charles Swann’ın koleksiyonundan” açıklamasının yer aldığı “Le Figaro”nun bir sayısını göstererek, “Gördünüz mü? Swann’ın adı ‘Le Figaro’da çıkmış.” dediğinde iki kız kardeş daha da çok ilgilendiler. “Size, onun ne kadar zevk sahibi bir insan olduğunu hep söylemişimdir.” dedi büyükannem. “Elbette öyle derdin, sırf bizimle aynı fikirde olmadığını göstermek için tabii…” diye cevapladı büyük halam, büyükannemin asla onunla aynı fikri paylaşmayacağını bilerek ve her defasında kendisine hak verdiğimizden emin olamadığı için bizi kendisiyle dayanışma içinde büyükannemin fikirlerini toplu bir girişimle mahkûm etmeye zorlayarak. Fakat biz sessiz kalmayı tercih ettik. Büyükannemin kız kardeşleri “Le Figaro”da çıkan bu haberden Swann’a bahsetmeye niyetlendilerse de büyük halam onları bu konuda tembihledi. Ne zaman başkalarında kendisinin sahip olmadığı az da olsa bir üstünlük görse bunun bir avantaj değil, bir dert olduğuna kendini inandırır ve gıpta etmek durumunda kalmamak için onlara acırdı. “Bence bu onun hoşuna gitmez; şahsen, kendi adımı gazetede böyle apaçık görmekten rahatsızlık duyardım, bundan söz edilmesi hiç de göğsümü kabartmazdı açıkçası.” Aslına bakılırsa büyük halam, büyükannemin kız kardeşlerini ikna etme konusunda fazla da ısrarcı davranmadı çünkü büyük teyzelerim, bayağılaşma korkusuyla, kişisel imaları ustalıklı mecazların altına gizleme sanatında işi o kadar ileri götürürlerdi ki genellikle imaların hedefindeki kişi dahi bunun farkına varamazdı. Anneme gelince, tek düşündüğü, Swann’a karısından değil de çok sevdiği ve söylenenlere bakılırsa evlenmesine sebep olan kızından bahsetmeyi babama kabul ettirmekti. “Tek bir kelime bile etsen, nasıl diye sorsan… Bu ona kim bilir ne denli acı veriyordur.” Ama babam kızardı: “Olmaz! Ne saçma fikirlerin var? Gülünç olur.”
Ama Swann’ın gelişi, aramızdan sadece biri için ızdırap dolu bir endişenin kaynağıydı, o da bendim. Çünkü misafirlerin veya sadece M. Swann’ın bizde olduğu akşamlar annem odama hiç çıkmazdı. Masada yemezdim, sonra bahçeye çıkar, saat dokuzda iyi geceler diler ve yatmaya giderdim. Yemeğimi herkesten önce yer, sonra yukarı çıkmam gereken saat olan sekize kadar sofrada otururdum; annemin her zaman bana yatağımda uyumak üzere olduğum zamanlarda kondurduğu bu değerli ve kırılgan öpücüğü, yemek odasından yatak odama kadar taşımak ve soyunurken tatlı yumuşaklığını bozmadan, uçucu etkisi dağılıp buharlaşmadan tüm bu zaman süresince korumak zorunda kalırdım, hem de bu öpücüğü her zamankinden daha özenli bir şekilde kabul etmem gereken bu akşamlarda; bir kapı kapatırken, hastalıklı şüpheleri onları yakaladığında, bu şüpheye başarıyla karşı koyabilmek için kapıyı kapadıkları anın hatırası ile başka bir şey düşünmemeye çabalayan ruh hastalarının yaptığı gibi özel bir dikkate, zamana ve izne gerek duymaksızın, onu insanların gözü önünde, âdeta çalarcasına almak zorunda kalırdım.
Zilin çekingen, çifte şıngırtısı duyulduğunda hepimiz bahçedeydik. Gelenin Swann olduğunu biliyorduk ancak buna rağmen sorgulayıcı bir tavırla herkes birbirine baktıktan sonra büyükannem keşfe gönderildi. “Gönderdiği şarap için açık bir şekilde teşekkür etmeyi unutmayın, biliyorsunuz ki gayet lezizdi ve kasa da oldukça büyüktü.” diye tavsiyede bulundu büyükbabam baldızlarına. “Fısıldaşmaya başlamayın!” dedi büyük halam. “Herkesin alçak sesle konuştuğu bir eve gelmek de hoş bir duygudur doğrusu!” “Ah! İşte M. Swann! Kendisine soralım acaba yarın hava güzel olacak mı?” dedi babam. Annem, kendisinin söyleyeceği tek bir sözünün, Swann’ın, evliliğinden beri bizim aile yüzünden çektiği üzüntüyü tamamen sileceğini