Tekrar uykuya dalardım, bazen, doğramaların çatırtılarını duyacak, karanlığın kaleydoskopuna gözlerimi açıp bakacak, bilincin bir anlık ışıltısı sayesinde eşyaları, odayı ve sadece küçük bir parçası olduğum ve hissizliğine döndüğüm, beni saran uykunun tadına varacak kadar kısa bir an için uyanırdım, bazen de uyurken kolaylıkla, hayatımın ilk yıllarına, asla kavuşamayacağım o yaşlara döner, çocuksu korkularımdan birini, mesela amcamın saçlarımın kesildiği güne kadar -ki bu benim için yeni bir çağın başlangıcıydı- buklelerimi çekmesi korkusunu tekrar hissederdim. Bu olayı uykum boyunca unutmuş olurdum, büyük amcamın ellerinden kurtulabilmek için uyanmayı başarır başarmaz tekrar hatırlardım. Ama rüyalar âlemine dönmeden önce, önlem olarak kafamı büsbütün yastığa gömerdim.
Bazen Âdem’in kaburgasından doğan Havva gibi, bacağımın ters bir duruşundan bir kadın doğardı. Tatmak üzere olduğum hazzı, hazla şekillenen bu kadının bana sunduğunu hayal ederdim. Sıcaklığımı onun bedeninin içinde duyan bedenim ona kavuşmak isterdi, uyanırdım. Yanından daha birkaç dakika önce ayrıldığım bu kadınla kıyaslayınca diğer bütün insanlar bana çok uzak gelirdi; yanağım onun öpücüğüyle hâlâ sıcak, bedenim onun ağırlığı altında ezilmiş olurdu. Bu kadın, bazı zamanlar olduğu gibi, hayatta tanımış olduğum bir kadının hatlarına sahip olsaydı eğer, tıpkı görmeyi çok arzuladıkları bir şehre seyahat eden ve onları cezbeden şeyi gerçeklikte tadabileceklerini sanan insanlar gibi, kendimi tamamen onu aramaya adardım. Hatırası yavaş yavaş silinirdi, rüyalarımın kızını unuturdum.
Uyuyan kişi, saatlerin akışından, yılların ve dünyaların sıralamasından oluşan bir halkayla çevrilidir. İçgüdüsel olarak, uyanırken bunları zihninde tartar ve bir anda, dünyanın hangi noktasında olduğunu, o uyurken ne kadar zaman geçtiğini okur; ama bu düzen bazen karışabilir veya bozulabilir. Uykusuz geçen saatlerden sonra sabaha karşı, uyku onu kitap okurken olağan uyuma pozisyonunun çok dışında bir şekilde yakalamışsa eğer sadece yüzüne gelen güneşi durdurmak ve ondan kaçınmak için kolunu kaldırabilir; uyandığı ilk anlarda, saat mefhumu kalmamıştır, az önce uyuduğunu zanneder. Veya daha farklı ve ters bir hâlde, mesela akşam yemeğinden sonra koltukta otururken uykuya yakalanmışsa zaten yörüngesinden çıkmış dünyalar daha da sarsılacak, sihirli koltuk onu, zamanda ve uzayda son sürat gezdirecektir; gözlerini açtığı an aylar önce ve uzak bir ülkede uyuyakaldığını sanacaktır. Ama kendi yatağımda, uykum, ruhumu tamamen yatıştırmaya yetecek denli derindi; öyle ki nerede yattığımı unutmama yetecek kadar çok kaybederdim yer yön duygumu ve gecenin bir yarısı uyandığım zaman, nerede olduğumu anımsayamadığım için ilk anda kim olduğumu dahi bilemezdim; sadece bir hayvanın içinde kıpırdayan o en ilkel varoluş duygusuyla bir mağara adamından daha aciz olurdum ama sonra hatıralar -şu an bulunduğum yerin hatırası değilse de daha önce yaşadığım veya şimdi de yaşama ihtimalim olan yerlerden birkaçının hatırası- tek başıma içinden çıkamayacağım bu hiçlik duygusundan beni kurtarmak için cennetten uzanan bir yardım eli gibi bana geri gelirdi; uygarlığın asırlarını bir anda aşıverirdim ve petrol lambalarının ve ardından devrik yakalı gömleklerin belli belirsiz görüntüsü, benliğimin parçalarını yavaş yavaş bir araya getirirdi.
Çevremizdeki nesnelerin durağanlığı, bizim onların başka nesneler değil de o nesneler olarak var olduklarına duyduğumuz kesin inancımızdan, yani o nesneler karşısında bizim düşüncelerimizin durağanlığından kaynaklanıyordur belki de. Şurası bir gerçek ki bu şekilde uyandığım zamanlar, zihnimde, başarısız bir girişimle nerede olduğumu keşfetmek için çırpınırdım; nesneler, ülkeler, seneler, her şey karanlığın içinde etrafımda dönüp dururdu. Kımıldayamayacak kadar uyuşmuş bedenim, yorgunluğunun aldığı şekle göre, duvarın yönünü, eşyaların yerini, bulunduğu odayı yeniden inşa etmek ve isimlendirmek için uzuvlarının konumunu belirlemeye çalışırdı. Etrafında, hayal edilen odanın şekline göre değişen, zifirî karanlıkta fır dönen görünmez duvarlar varken, bedenimin hafızası, kaburgalarının, dizlerinin, omurgalarının hafızası, daha önce uyumuş olduğu birçok odayı başarıyla sunardı ona; zamanların ve şekillerin eşiğinde duraksayan beynim, topladığı ipuçlarını bir araya getirerek odayı daha tanımlayamazken bedenim, her bir odanın yatak türünü, kapılarının yerlerini, pencerelerinin gün ışığı alma durumunu, bir koridoru olup olmadığını, orada uykuya dalarken ve uyandığımda tekrar aklıma gelen düşüncelerle birlikte hatırlardı. Uyuşmuş, yönünü bulmaya çalışan tarafım, kendini cibinlikli büyük bir yatakta duvara dönük olarak uzanmış hayal ederdi, mesela ve bunun ardından hemen, kendi kendime “Şuna bak, annem bana iyi geceler demek için gelmediği hâlde sonunda uyuyakalmışım.” derdim, uzun yıllar önce ölen büyükbabamın sayfiyedeki evinde olduğumu sanırdım ve zihnimin asla unutmamış olması gereken bir geçmişin sadık bekçileri olan bedenim ve üstüne yatmış olduğum tarafım, şu an tamamen gözümün önüne getirememekle beraber, bana şimdiymiş gibi gelen ve kesin olarak uyanır uyanmaz daha net şekilde göreceğim o çok uzak günlerden aklımda kalan, büyükbabamların Combray’deki evinde yattığım odanın tavanına küçük bir zincirle asılı, vazo şeklinde, Bohemya yapımı camdan gece lambasının alevini, Siena mermerinden şöminesini hatırlatırdı.
Sonra başka bir durumun hatırası canlanır, duvar başka bir yere sıvışırdı: Aman Tanrı’m! Mme de Saint-Loup’nun sayfiye evindeki odamdayım, saat en az on olmalı, akşam yemeği bitmiştir bile! Mme de Saint-Loup’yla alışılagelmiş küçük gezimizden döndüğümde akşam için kıyafetimi giymeden önce yaptığım şekerlemeyi biraz fazla uzatmış olmalıyım. Gezintimizden geç dönüşlerimizde, penceremin camında gün batımının kızıllığının yansımasını gördüğüm Combray günlerimin üzerinden yıllar geçti. Mme de Saint-Loup’nun evinde sürülen hayat, vaktiyle gündüzleri oynadığım bu yollarda şimdi ay ışığında yürümekten, geceleri dışarı çıkmaktan duyduğum zevkten çok daha başka türlüdür; geziden dönerken uzaktan, gecenin içindeki tek fener olan lambasının ışığının pencerenin içinden geçtiğini gördüğüm oda, akşam yemeği için giyinmek yerine uyuyakaldığım odaydı.
Bu dönüp duran karışık çağrışımlar asla birkaç saniyeden fazla sürmezdi; genellikle, nerede bulunduğum konusundaki kısa kararsızlığımla, nasıl koşan bir atı izlerken kinetoskopun1 bize gösterdiği farklı pozisyonları tek tek ayıramıyorsak, bu belirsizliği oluşturan çeşitli tahminleri de birbirinden ayıramazdım. Ama hayatım boyunca yaşadığım odalardan kâh birini kâh diğerini görür, uyandıktan sonra daldığım uzun hayallerde hepsini yeniden ziyaret etmiş olurdum; yatarken bir yastığın köşesi, yorganın üst tarafı, bir şalın ucu, yatağın kenarı ve “Débats Roses”nün bir sayısı, kuşların, yuvalarını güçlendirmek için yılmadan sabırla örmesi gibi birbirinden tamamen alakasız şeylerle ördüğümüz bir yuvaya başımızı gömdüğümüz kış odaları; buz gibi havalarda (yuvalarını bir yer altı geçidinin dibinde, sıcak toprağın içine kuran deniz kırlangıçları gibi) dış dünyadan kopuk olmanın hazzını yaşadığım, şöminede bütün gece yanan ateş sayesinde aniden alevlenen kor parıltılarının içinden geçtiği, sıcak ve gri bir hava bulutuyla çevrili, çok belli olmayan bir tür niş gibi, odanın ortasında oyulmuş bir tür sıcak mağara içinde, sınırları yakıcı ve değişken olan, odanın köşelerinden ve pencereye yakın veya soğuk kalmış şömineye uzak bazı bölgelerden gelen havanın yüzümde kesiştiği odalar -ay ışığının, yarı açık panjurlara dayanmış efsunlu merdivenini yatağın ayak ucuna kadar uzattığı, neredeyse