Ama M. Swann’ın oğlu olarak, Paris’in en saygıdeğer noterleri, vekilleri ve “burjuvazinin kaymak tabakası” tarafından ağırlanmak için kesinlikle “kâfi derecede nitelikli” olan (ve bu ayrıcalığı biraz boşladığı görülen) bu Swann’ın, bize, yatmaya gittiğini söyleyip Paris’teki evimizden çıktıktan sonra, köşeyi döner dönmez yolunu değiştirmesini ve o güne dek hiçbir tüccarın veya tüccar ortağının göz ucuyla dahi görmediği kim bilir hangi salona gittiği âdeta gizli, bambaşka bir hayatı olmasını büyük halam; kültürlü bir hanıma, kendisiye sohbet ettikten sonra Thetis’in krallığına, ölümlü gözlerin göremediği ve Vergilius’un anlattığına göre coşkuyla karşılandığı bir dünyaya dalan Aristaios’la arkadaşlık etmek düşüncesi ne kadar olağan dışı gelirse veya büyük halamın aklına gelmesi daha muhtemel bir benzetme yapacak olursak -o da Combray’deki pasta tabaklarımızda resmedilmiş olduğu için- Ali Baba’yla akşam yemeği yedikten sonra yalnız kalınca izlenmediğini anlayıp umulmadık hazineler barındıran etkileyici mağarasına girmesi kadar şaşırtıcı bulurdu.
Bir gün akşam yemeğinden sonra frak giymiş olduğu için özür dileyerek Paris’teki evimize bizi ziyarete geldiğinde Françoise, o gittikten sonra arabacıdan, Swann’ın “bir prensesin evine” akşam yemeğine gittiğini öğrendiğini söylemesiyle büyük halam “Evet tabii, kibar fahişeler sınıfından bir prensesin evine!..” diye omuz silkerek başını örgüsünden kaldırmadan soğukkanlı bir alaycılıkla cevap vermişti.
Bu yüzden, büyük halam Swann’a oldukça kaba davranırdı. Bizim davetlerimizden kıvanç duyması gerektiğine inandığı için, ellerinde yazın bahçesinden toplanmış bir sepet dolusu şeftali ve ahududu ile gelmesini, her İtalya seyahatinden bana başyapıtların fotoğraflarını getirmesini çok normal karşılardı.
Evimize ilk defa gelecek konuklarla tanıştırılacak kadar mevki sahibi olmamasından ötürü davet edilmediği önemli akşam yemekleri için bile ne zaman bir gribiche6 sosu veya ananas salatası tarifine ihtiyaç duyulacak olsa Swann’ı çağırtmaktan geri kalmazdı. Sohbet konusu dönüp dolaşıp Fransa Hanedanı prenseslerine gelirse cebinde belki de Twickenham’dan bir mektup taşıyan Swann’a “Sizin veya benim asla tanıyamayacağımız, imkân olsa tanışmak istemeyeceğimiz insanlar, değil mi efendim?” derdi büyük halam; büyükannemin kız kardeşinin şarkı söylediği akşamlar, koleksiyona ait bir bibloyla fazla özen göstermeden ucuz, sıradan bir eşyaymış gibi oynayan bir çocuğun naif hoyratlığı ile başka zamanlarda, başka yerlerde aranan bir kişi olan Swann’a piyanoyu çektirir, nota kâğıtlarını çevirttirirdi. Kuşkusuz dönemin kulüplerinin tanınan siması olan bu Swann, akşamları Combray’deki evin küçük bahçesinde, iki adet utangaç zil sesi duyulduktan sonra sesinden tanıdığımız ve büyükannemin peşi sıra karanlığın içinde beliriveren, anlaşılması güç ve müphem bu kişiliğe, Swann ailesi hakkında bildiği her şeyi katıp harmanlayarak büyükannemin kafasında yarattığı Swann’dan çok farklıydı. Hayatın en eften püften ayrıntıları açısından da bakılsa insan, herkes için aynı olan, isteyenin bir sözleşme veya bir vasiyetname gibi inceleyebileceği, sadece maddesel bir bütünlükten ibaret değildir; sosyal kişiliğimiz diğer insanların düşüncelerinin bir eseridir. “Tanıdık birini görmek” olarak nitelendirdiğimiz basit bir eylem bile kısmen zihinsel bir aktivitedir. Baktığımız bu varlığın dış görünüşünü, onun hakkındaki tüm düşüncelerimizle doldururuz ve hayal ettiğimiz bütün içinde, bu düşünceler şüphesiz büyük bir yer tutar. Yanakları o kadar mükemmel doldururlar, burun çizgisini öylesine değişmez bir kesinlikle izlerler, sesin tınısıyla, âdeta saydam bir kılıf gibi öylesine uyumlu bir şekilde karışırlar ki bu yüzü her gördüğümüzde, bu sesi her işittiğimizde, karşımızda bulduğumuz, duyduğumuz işte bu düşüncelerdir. Ailem, kendilerinin şekillendirdiği Swann’da, başka insanların onunla karşılaştıklarında çehresinde hüküm süren ve kemerli burnunda doğal bir sınır gibi duran zarafeti görmelerine sebep olan yüksek sosyete hayatına dair sayısız ipucunu hesaba katmamışlardı muhtemelen; bu sebeple bizimkiler de itibarını tam olarak yansıtmayan bu boş ve geniş çehreyi, bu azımsanan gözlerin derinliğini; sayfiye komşuluğu hayatımız boyunca süregelen haftalık akşam yemeklerimizden sonra, oyun masasının etrafında veya bahçede birlikte geçirilen, o silik ve hoş tortulu -yarı hatıra, yarı unutulmuş olan- aylak saatler ile doldurabilmişlerdi. Dostumuzun bedensel kılıfı, bunlarla ve ailesine ilişkin bazı hatıralarla öyle tıka basa doldurulmuştu ki bu Swann, eksiksiz ve yaşayan bir varlık hâline gelmişti; öyle ki şimdi bile hatıralarıma dönüp baktığımda sonradan ve daha samimi şekilde tanıdığım Swann’dan, boş vakitlerle dolu, ulu kestane ağacı, bir sepet dolusu ahududu, bir tutam tarhun esansıyla mis gibi kokan -çocukluğumun sevimli hatalarını barındıran, sanki hayatımızda da tıpkı benzer tonları olan bir aile edasıyla, aynı dönemden bütün tabloların bulunduğu bir müzedeki gibi, aynı dönemde tanıdığım insanları andıran- bu ilk Swann’a geçtiğimde, bir başkasına gidebilmek için diğer