Kamera pan yaptı. Katılaşmış Washington, DC ve ulusal gazeteciler, insanoğlunun bildiği en bıkkın insan grubu dolu gözlerle ayağa kalkmışlardı. Bazıları açık açık ağlıyordu. Luke bir anlığına çizgili bir takım giymiş ve koltuk değneklerine dayanmış olan Ed Newsam’ı gördü. O da davet edilmişti ama burada, hastanede olmayı tercih etmişti. Başka bir yerde olmak söz konusu olamazdı.
Susan mikrofona geldi. Kalabalık, sadece Susan’ın sesi duyulacak kadar sustu. Kürsüye ellerini koydu, kendini sağlama almak istiyordu sanki.
“Hala buradayız,” dedi, sesi titriyordu.
Kalabalık şimdi tekrar coşkuyla patladı.
“Ve biliniz ki hiçbir yere gitmiyoruz.”
Sağır eden bir gürültü koptu. Luke kulaklığına gelen sesi kıstı.
“İstiyorum ki...” dedi Susan ve tekrar sustu. Bekledi. Alkış devam ediyordu. Bekledi. Mikrofondan bir adım uzaklaştı, gülümsedi ve yanındaki Gizli Servis elemanlarından uzun olanına bir şeyler söyledi. Luke bu adamı tanıyordu. İsmi Charles Berg’di. Susan’ın hayatının kurtulmasında o da yardımcı olmuştu. On sekiz saat boyunca Susan’ın hayatı kesintisiz bir şekilde tehlike içerisindeydi.
Ses biraz azaldığında Susan, kürsüye tekrar yaklaştı.
“Buradan gitmeden önce benimle birlikte bir şey yapmanızı istiyorum,” dedi. “Yapacak mısınız? ‘Tanrı Amerika’yı Korusun’ söyleyeceğiz. Her zaman en sevdiğim şarkı olmuştur.” Sesi çatladı. “Ve bu akşam bu şarkıyı söylemek isterim. Benimle söyleyecek misiniz?”
Kalabalık onay verircesine kükredi.
Söylemeye başladı. Yardım almadan, o küçük ve eğitimsiz sesiyle söyledi. Yanında ünlü bir şarkıcı yoktu. Ona eşlik eden birinci sınıf müzisyenler yoktu. Odadaki kalabalığın, dünya çapında ekranlardaki milyonların karşısında tek başına söyledi.
“‘Tanrı Amerika’yı korusun,’” diye başladı. Sesi küçük bir kızınki gibi çıkıyordu. “‘Sevdiğim vatan.’”
Gökdelenlerin arasında yükseğe gerilmiş bir ipe çıkan bir cambazı izlemek gibiydi. İnanmıştı. Luke boğazında bir düğüm hissetti.
Kalabalık onu yalnız bırakmadı, bir sel gibi bir anda ona katıldılar. Dahası, daha güçlü sesler de ona katılmıştı. Ve o, onları yönetiyordu.
Karanlık odanın dışında, hastane koridorunun sonunda görev başındakiler de söylemeye başladılar.
Luke’un yanındaki yatakta yatan Becca uyandı. Gözleri açılmıştı ve bir anlığına nefesi kesilmiş gibi ses çıkardı. Başını hızla sağa ve sola çevirdi. Yataktan fırlamaya hazırdı. Luke’un orada olduğunu görmüştü ama sanki onu tanımamıştı.
Luke kulaklıklarını çıkardı. “Becca,” dedi.
“Luke?”
“Evet.”
“Bana sarılır mısın?”
“Evet.”
Dizüstü bilgisayarı kapattı. Becca’nın yanına, yatağa uzandı. Vücudu sıcaktı. Ona baktı, bir süper model kadar güzeldi. Becca ona sıkıca sokuldu. Luke da onu güçlü kollarıyla sımsıkı sardı. O kadar sıkı tutuyordu ki sanki Becca olmak istiyordu.
Bu, Başkan’ı izlemekten daha iyiydi.
Koridorun sonunda, barlarda, restoranlarda, evlerde, arabalarda ve ülkenin her yerinde insanlar şarkı söylüyordu.
4. BÖLÜM
7 Haziran
Akşamüstü 8:51
Galveston Ulusal Laboratuvarı, Teksas Üniversitesi Tıp Dalı – Galveston, Teksas
“Yine geç saatlere kadar çalışıyorsun Aabha?” dedi bir ses Cennetten.
Bu siyah saçlı, egzotik kadının dünya üstü bir güzelliği vardı. İsmi Hintçe güzel anlamına geliyordu.
Ses onu ürkütmüştü ve vücudu istemsizce zıpladı. Beyaz, hava geçirmeyen koruyucu kıyafetiyle Galveston Ulusal Laboratuvarında Biyogüvenlik Seviye 4 tesisindeydi. Onu koruyan kıyafetin içinde astronot gibi görünüyordu. Bu şeyi giymeyi hiçbir zaman sevmedi. İçinde kapana kısılmış gibi hissediyordu. Ama işinin getirdiği bir zorunluluktu.
Kıyafet tavandan inen sarı bir hortuma bağlıydı. Hortum dışarıdan kıyafete sürekli temiz hava pompalıyordu. Kıyafet delinse veya yırtılsa bile içindeki pozitif basınç laboratuvardaki havayı dışarıda tutuyordu.
BGS-4 laboratuvarı dünyadaki en güvenlikli laboratuvardı. Bilim adamları burada halk sağlığı ve güvenliğini tehdit eden yüksek derecede bulaşıcı ve ölümcül organizmaları inceliyordu. Şimdi, mavi eldivenleriyle Aabha, kapalı bir deney tüpünde içinde insanlığın bildiği en ölümcül virüsü tutuyordu.
“Beni bilirsin,” dedi. Kıyafetin içinde bir mikrofon, içindeki kişinin sesini onu kapalı devre sistemden izleyen görevliye iletiyordu. “Gece kuşuyum.”
Kendisini gözetleyen kişiyi zihninde canlandırdı. İsmi Tom’du. Orta yaşlı, kilolu biriydi, onun boşandığını düşünüyordu. Gece yarısının sessizliğinde, bu büyük binada sadece ikisi vardı ve adamın onu izlemek dışında pek bir işi yoktu. Bunu düşündükçe ürküyordu.
Tüpü henüz dondurucudan çıkarmıştı. Dikkatlice biogüvenlik dolabına yaklaştı, normal şartlar altında tüpü açar ve içindekileri incelerdi.
Bu gece normal şartlar yoktu. Bu gece yıllar süren çalışmanın sonuçlarıydı. Amerikalıların deyimiyle Önemli Maç bu gece oynanacaktı.
Gece bekçisi Tom dahil, laboratuvardaki bütün iş arkadaşları onun isminin Aabha Rushdie olduğunu sanıyordu.
Hakikat bambaşkaydı.
Onun, Delhi'de zengin bir ilenin kızı olduğunu ve o genç bir kızken Londra'ya taşındığını sanıyorlardı. Gülünç. Böyle bir şey hiç olmamıştı.
Mikrobiyoloji dalında doktorası olduğunu ve King's College, Londra'da geniş çaplı bir BGS-4 eğitimi aldığını sanıyorlardı.
Elindeki tüpün içinde, son yıllarda Afrika'da büyük yıkım yaratan, dondurulmuş halde Ebola virüsü numunesi vardı. Sadece maymundan veya bir yarasadan veya bir insandan alınan bir örnek olsaydı... bu bile idare etmesi oldukça zor bir şey olurdu. Ama, hikayenin devamı vardı.
Duvardaki dijital saate baktı. Akşamüstü 8:54. Bir dakika kalmıştı. Kısacık bir oyalanma yetecekti.
“Tom?” dedi.
“Evet?” diye bir ses geldi.
“Dün akşam televizyonda Başkan'ı izledin mi?”
“İzledim.”
Aabha gülümsedi. “Ne düşünüyorsun?”
“Düşünmek? Sanıyorum ki sorunumuz var.”
“Gerçekten mi? Ben onu çok beğeniyorum. Benim ülkemde...”
Laboratuvar ışıkları herhangi bir uyarı vermeden gitti—yanıp sönmediler veya herhangi bir ses çıkarmadılar. Aabha birkaç saniyeliğine zifiri karanlıkta kaldı. Arka planda sürekli olarak çalışan laboratuvar havalandırması ve