“Sen Volis’e gidiyorsun” diye cevapladı. “Orada kalacaksın ve arkada bırakacağım adamlar tarafından korunacaksın. Cephe şimdilik sana göre bir yer değil. Bir gün olacak.”
Aidan hayal kırıklığı ile kıpkırmızı oldu.
“Fakat ben de savaşmak istiyorum baba!” diye itiraz etti. “Boş bir kalede kadınlar ve çocuklarla kalmak istemiyorum!”
Babasının adamları bıyık altından gülüyordu fakat babasının ifadesi ciddiydi.
“Kararımı verdim” diye cevapladı kesin bir şekilde.
Aidan kaşlarını çattı.
“Eğer Kyra’ya da sana da katılamıyorsam” dedi vazgeçmeyi reddederek “o halde savaşmakla ilgili öğrendiklerimin, silah kullanmakla ilgili öğrendiklerimin ne faydası var? Neden o kadar eğitim aldım?”
“Önce sakal bırak küçük kardeşim” dedi Braxton gülerek öne çıkıp. Brandon da yanındaydı.
Adamlar arasında bir gülme yayıldı ve Aidan kızardı, diğerlerinin önünde açıkça utandırılmıştı.
Kyra kötü hissediyordu, kardeşinin önünde diz çöktü, ona bakıp bir elini yanağına koydu.
“Onların hepsinden çok daha iyi bir savaşçı olacaksın” dedi alçak bir sesle, böylece sadece kardeşi duyabilecekti. “Sabırlı ol. Bu arada Volis’e göz kulak ol. Oranın sana ihtiyacı var. Beni gururlandır. Geri döneceğim, söz veriyorum ve bir gün büyük savaşlarda birlikte savaşacağız.”
Aidan öne eğilip ablasına sarıldığında biraz daha yumuşamış gibiydi.
“Gitmeni istemiyorum” dedi sessizce. “Seninle ilgili bir rüya gördüm. Rüyamda…” gönülsüzce ablasına baktı, gözleri yaşla doldu. “…yolda öldüğünü gördüm.”
Kyra kardeşinin sözleriyle şoke olmuştu, özellikle de gözlerindeki ifade nedeniyle… Onu huzursuz etmişti. Ne diyeceğini bilemiyordu.
Anvin öne çıkıp Kyra’nın omuzlarına, onu ısıtan kalın ve ağır bir kürk koydu. Kyra ayağa kalktı ve kendini 4-5 kilo ağır hissetti fakat kürk dışardan gelen tüm rüzgârı kesmişti ve sırtındaki ürpertiyi almıştı. Anvin gülümsedi.
“Gecelerin uzun olacak ve ateşler de uzak” dedi ve ona hızlıca sarıldı.
Babası öne çıkıp kızına sarıldı, bir komutanın güçlü sarılışıydı bu. O da babasına sarıldı, kaslarının arasında kaybolmuş, güvenli ve güvende hissediyordu.
“Sen benim kızımsın” dedi babası net bir şekilde “bunu sakın unutma.” Daha sonra diğerlerinin duyamayacağı şekilde sesini alçalttı ve ekledi “seni seviyorum.”
Kyra duygu yoğunluğuyla dolup taşmıştı fakat babasına cevap vermeye fırsat bulamadan babası dönüp uzaklaştı ve aynı anda Leo inledi ve ona doğru atılıp burnuyla göğsünü dürttü.
“O da seninle gelmek istiyor” diye yorumladı Aidan. “Onu da al, ona benim Volis’teki hapis halimden daha çok ihtiyacın olacak. Hem zaten o senin.”
Kyra Leo’ya sarıldı, hayvanın onun yanından ayrılmama isteğini reddedemezdi. Leo’nun da ona katılması fikri onu rahatlatmıştı, hem onu da çok özlemişti. Bir çift daha göz ve kulak kullanışlı olabilirdi ve ona Leo’dan daha sadık kimse yoktu.
Kyra hazır olduktan sonra tekrar Andor’a bindi ve babasının adamları yolunu açtılar. Adamlar köprü boyunca ona saygı göstermek için meşaleleri havaya kaldırmışlar, geceyi uzaklaştırıyor, onun için yolu aydınlatıyorlardı. Heyecan ve korku hissetti fakat en önemlisi de sorumluluk duygusu hissetti. Bir amaç duygusu hissetti. Önünde hayatının en önemli görevi vardı, söz konusu olanın yalnızca kimliği değil, aynı zamanda tüm Escalon’un kaderi olan bir görev. Riskler daha yüksek olamazdı.
Asası bir omzunda, yayı diğer omzunda asılı, Leo ve Dierdre yanında, Andor hemen altında ve babasının adamları onu izlerken Kyra Andor’u şehir kapılarına doğru sürmeye başladı. Başta yavaş gidiyordu, meşalelerin arasından, adamları geçti, sanki bir rüyaya gidiyor gibi hissediyordu, kaderine yürüyormuş gibi… Dönüp arkasına bakmadı, kararlılığını yitirmek istemiyordu. Babasının adamlarından biri bir boru öttürdü, yola çıkışın sesi, saygının sesiydi…
Andor’u mahmuzlamaya hazırlandı fakat Andor onu önceden sezmiş gibiydi. Koşmaya başladı. Önce tırısa kalktı, sonra dörtnala koşmaya başladı.
Dakikalar içinde Kyra kendini Argos’un kapılarından, köprünün üzerinden geçerek, açık alana, karlara doğru uçarken buldu. Soğuk bir rüzgar saçlarının arasından geçiyordu ve önünde uzun bir yol, yabani yaratıklar ve gecenin çöken karanlığından başka hiçbir şey yoktu.
BÖLÜM DÖRT
Merk çamurlu zeminde tökezleyerek, ağaçların arasında savrularak koşuyordu. Alaçam Ormanını yaprakları o koşarken ayaklarının altında çıtırdıyordu. Uzaklara baktı ve ufku doldurup, kızıl gün batımını görmeyi engelleyen duman tabakalarını göz önünde tutmaya çalıştı ve içinde bir telaş hissetti. Kızın orada olduğunu biliyordu ve hatta belki de tam o anda öldürülmek üzereydi ve ne yazık ki daha hızlı koşamıyordu.
Görünüşe göre cinayet gelip bir şekilde onu buluyordu. Sanki her gün, her hareketinde, sıradan insanları her gün yemeğe çağrılışı gibi karşısına çıkıyordu. Ölümle randevusu vardı. Annesinin eskiden söylediği bu sözler kulağında çınlıyordu ve bu sözler hayatının büyük çoğunluğunda bir lanet gibi peşini bırakmamıştı. Annesinin sözleri kendini mi gerçekleştiriyordu? Veya kendisi başında bir lanetle mi doğmuştu?
Merk için öldürmek, nefes almak, yemek yemek gibi doğal bir parçası olmuştu; kim için veya nasıl yapıyor olduğu fark etmiyordu. Konu üzerine kafa yordukça içindeki tiksinti duygusu artıyordu; tüm hayatını kusmak ister gibiydi. Her ne kadar tüm benliği geri dönüp yeni bir hayata başlamasını, Ur Kulesine yaptığı kutsal yolculuğuna devam etmesini haykırsa da bunu yapamamıştı. Şiddet bir kez daha onu çağırıyordu ve bu çağrıyı duymazdan gelebileceği bir zamanda değildi.
Merk koşarken yükselen duman bulutlarına daha da yaklaşmıştı ve nefes almakta zorlanıyordu. Dumanın kokusu burun deliklerini yakıyordu ve tanıdık bir duygu kontrolünü ele almaya başlamıştı. Bu korku ve hatta onca yıldan sonra heyecan değildi. Bu alışmışlık hissiydi. Dönüşmek üzere olduğu ölüm makinesinin alışılmışlığı… Ne zaman bir çarpışmaya, kendi şahsi çarpışmalarına girecek olsa bu durum ortaya çıkıyordu. Kendi çarpışma şeklinde rakibini yüz yüzeyken öldürmüş, hiçbir maske veya zırhın arkasına saklanmamış veya parıltılı şövalyeler gibi kalabalıkların alkışını duymamıştı. Kendi görüşüne göre onunki olabilecek en cesur çarpışma şekliydi yalnızca kendisi gibi gerçek savaşçılara mahsustu.
Ve Merk koştuğu sırada bir şeyler ona farklı geldi. Genelde Merk kimin ölüp kimin sağ kaldığıyla pek ilgilenmezdi, olaya sadece iş olarak bakardı. Böylece mantığına bağlı kalabiliyor, duygular tarafından ele geçirilmesini engelleyebiliyordu. Fakat bu sefer farklıydı. Bu sefer, hatırlayabildiği kadarıyla ilk defa, kimse ona bir ödeme yapmıyordu. Bu sefer sadece kendi isteğiyle yola koyulmuştu, bir kızı üzmüş olması ve yanlışlarını düzeltmek istemesi dışında hiçbir sebebi yoktu. Bu durum ona kendini bağlanmış hissettirdi ve bu duyguyu hiç sevmedi. Daha erken harekete geçmediği ve kızı geri çevirdiği için pişmanlık hissediyordu.
Merk sabit bir tempoyla koşuyor, hiçbir silah taşımıyordu