Tam o anda her şey değişiveriyor.
Birden, nerden çıktığı belirsiz bir adam kendini yolun tam ortasına atarak ellerini sallamaya başlayınca frenlere asılıyorum. Neredeyse 50 metre ötemizde ve ona çarpmamak için frenlere çok sert basınca kamyonet savruluyor.
“SAKIN DURMA!” diye bağırıyor Logan. “Sürmeye devam et!” En sert askeri sesini kullanıyor bu emirleri verirken.
Ama onu dinleyemiyorum. Zira, önümde çaresiz, yırtık pantolonlu, üzeri çıplak, soğuktan donmak üzere olan bir adam var. Uzun ve siyah bıyıkları, dağınık saçları, iri ve siyah gözleriyle tam önümüzde duruyor. O kadar zayıf ki sanki günlerdir ağzına lokma sürmemiş. Göğsüne bağlı bir yayı ve okları var. Bizim gibi hayatta kalan biri olduğu çok açık.
Karşımızda durmuş telaşla ellerini sallarken onu ezip geçemem. Onu orada öylece bırakamam da.
Adama çarpmamıza ramak kala ani bir şekilde durmayı başarıyoruz. Sanki gerçekten duracağımızı beklemiyormuşcasına gözleri fal taşı gibi açılmış bir şekilde öylece kalakalıyor.
Logan, hiç vakit kaybetmeden tabancasına sarılarak aşağı iniyor ve tabancayı adamın kafasına doğrultuyor.
“GERİ ÇEKİL!” diye bağırıyor.
Ben de kamyonetten aşağı iniyorum.
Adam ellerini yavaşça havaya kaldırıyor ve şaşırmış bir edayla birkaç adım geriliyor.
“Ateş etmeyin!” diye yalvarıyor adam. “Lütfen! Ben de sizin gibiyim! Yardıma ihtiyacım var. Lütfen… Beni burada ölüme terk edemezsiniz. Açlıktan ölüyorum. Günlerdir boğazımdan bir lokma bile geçmedi. Sizinle gelmeme izin verin. Lütfen… Yalvarıyorum! ”
Konuşurken sesi çatlıyor. Yüzündeki ıstırabı görebiliyorum. Nasıl hissettiğini anlayabiliyorum. Kısa süre önce, ben de onun gibiydim. Bu dağlardaki yiyeceklerle hayatta kalmaya çalışıyordum. Şimdi biraz daha iyi bir durumdayım.
“İşte, alın bunu!” diyor adam yayını ve oklarını sırtından çıkararak. “Bunlar sizin olsun! Benden size zarar gelmez!”
“Yavaşça yaklaş.” diyor Logan hala dikkatli ve şüphe eder bir tutumla.
Adam yavaşça yaklaşıyor ve silahını teslim ediyor.
“Brooke, al şunları!” diyor Logan.
İlerleyerek adamın uzattığı yay ve okları alıyorum ve kamyonetin arkasına atıyorum.
“Bakın…” diyor adam hafif bir gülümsemeyle. “Tamamen zararsızım. Sadece size katılmak istiyorum. Lütfen… Beni burada ölüme terk edemezsiniz.”
Logan yavaş yavaş sakinleşerek silahını hafifçe indiriyor. Ama gözü hala pür dikkat, adamın üzerinde.
“Kusura bakma.” diyor Logan. “Başka birinin daha sorumluluğunu alamayız.”
“Bekle!” diye bağırıyorum Logan'a. “Burada sadece sen yoksun! Tüm kararları da öyle kendi başına alamazsın!” Adama dönüyorum. “İsmin ne?” diye soruyorum. “Nerelisin?”
Çaresiz bakışlarla bana bakıyor.
“İsmim, Rupert.” diyor. “Yaklaşık 2 yıldır burada yaşam mücadelesi veriyorum. Seni ve kız kardeşini daha önce görmüştüm. Köle avcıları kız kardeşini ele geçirdiğinde size yardım etmeye çalışmıştım. O ağacı kesip yola deviren, bendim!”
Bu sözü duyar duymaz kalbim çıkacak gibi oluyor. Bize yardım etmeye çalışan kişi, oymuş. Onu burada yalnız başına bırakamam. Bu doğru olmaz.
“Onu da götürmek zorundayız.” diyorum Logan'a. “Bir kişiden bir şey olmaz.”
“Onu tanımıyorsun.” diye karşılık veriyor Logan. “Ayrıca, yeterli yiyeceğimiz yok.”
“Avlanabilirim!” diyor adam. “Yayım ve oklarım var!”
“O dediğini burada yapman senin için daha iyi!” diyor Logan.
“Lütfen…” diyor Rupert. “Yardım edebilirim. Lütfen… Yiyeceğinizden bir parça bile yemem.”
“Onu da götürüyoruz!” diyorum Logan'a.
“Hayır, götürmüyoruz!” diye karşı çıkıyor. “Bu adamı tanımıyorsun bile! Onunla ilgili en ufak bir şey bilmiyorsun!”
“Seninle ilgili de çok fazla bir şey bildiğim söylenemez.” diyorum Logan'a oldukça sinirli bir şekilde. Onun bu denli kuşkucu ve tedbirli olmasından nefret ediyorum. “Yaşamaya hakkı olan bir tek sen değilsin.”
“Onu yanımıza alırsan, hepimizi tehlikeye atmış olursun.” diyor. “Sadece kendini değil, kız kardeşini de…”
“Şu an burada üç kişiyiz!” Bree'nin sesi geliyor.
Dönüp baktığımda, kamyonetten indiğini ve hemen arkamızda durduğunu görüyorum.
“Bu da demokratik olmamız gerektiği anlamına geliyor. Benim de fikrimi almak zorundasınız ve ben, onun bizimle gelmesinden yanayım. Onu burada öylece ölüme terk edemeyiz.”
Logan bezgin bir ifadeyle başını sallıyor. Sanki çenesi kaskatı kesilmişcesine hiçbir söz söylemeden dönüp kamyonete biniyor.
Adam, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle bana bakıyor; öyle ki tüm yüzü kırış kırış oluyor.
“Teşekkür ederim.” diye fısıldıyor. “Size nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum.”
“Fikrini değiştirmeden kamyonete bin yeter.” diyerek kamyonete doğru yöneliyoruz.
Rupert kapıya yanaşınca Logan: “Sen öne oturmuyorsun. Kamyonetin arkasına atla.” diyor.
Ben, bu duruma tam karşı çıkmaya hazırlanıyorum ki Rupert mutlu bir ifadeyle kamyonetin arkasına biniyor. Bree ve ben de binince tekrar yola koyuluyoruz.
Nehre iniş yolumuz tam bir endişeli süreç halini alıyor. İlerledikçe, gökyüzü daha da kararıyor. Gözüm sürekli olarak bulutların ardından kan kırmızı görünen gün batımında. Her geçen saniye, hava daha da soğuyor ve kar, daha da sertleşiyor; bazı yerlerde ise buza dönüşüyor. Bu durum, yolculuğumu daha da zorlu bir hale sokuyor. Yakıt göstergesi gitgide kırmızıya dönerek azalıyor. Sadece 1,5 kilometre civarında yolumuz kalmış olmasına rağmen, her metrede büyük bir mücadele veriyormuşuz gibi hissediyorum. Öte yandan, Logan'ın yeni yolcumuz yüzünden ne denli gergin olduğunu da unutmamak gerek. Aramıza, sadece bir yabancı daha eklendi, yiyeceğimizi paylaşacağımız bir kişi daha…
Bir yandan gaza basıp bir yandan da sessizce kamyonetin nehre kadar devam etmesini, havanın kararmamasını ve karın daha fazla sertleşmemesini diliyorum. Tam, asla varamayacağız diye düşünmeye başlarken, önümüzdeki dönemecin ardından ufku görüyorum. Kamyonetin dayanmasını ümit ederek, nehre doğru giden dar kasaba şeridinde gaza yükleniyorum. Biliyorum ki botumuz, sadece birkaç yüz metre ötede.
Bir dönemeçten daha geçiyoruz ve ileride, botumuzu görünce yüreğime bir rahatlama geliyor. Hala orada, suyun içinde hafif hafif sallanmakta. Gergin bakışlarla gözlerini ufka dikmiş dönüşümüzü bekleyen Ben'i görüyorum.
“İşte bizim bot!” diye haykırıyor Bree heyecan içinde.
Aşağı