Arena İki . Морган Райс. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Морган Райс
Издательство: Lukeman Literary Management Ltd
Серия: Köle Tüccarları Üçlemesinin
Жанр произведения: Героическая фантастика
Год издания: 0
isbn: 9781632915016
Скачать книгу
denize gömerler. Bu, bir çeşit şeref törenidir. Sasha nehiri severdi. Eminim orada mutlu olacaktır. Sasha'yı da yanımızda götürerek onu nehire gömebiliriz. Olmaz mı?”

      Vereceği cevabı beklerken kalbim hızla atmaya başlıyor. Zamanımız daralıyor ve değer verdiği şeyler konusunda Bree'nin ne denli inatçı olabileceğini de çok iyi biliyorum.

      Ama şükür ki kabul ediyor.

      “Olur.” diyor. “Ama onu ben taşıyacağım.”

      “Ama senin için çok ağır…”

      “Onu ben taşımazsam, hiçbir yere gelmiyorum.” diyor elleri belinde, kararlı bakışlarla bana bakarak. Asla ikna olmayacağını gözlerinden görebiliyorum.

      “Tamam.” diyorum. “Sen taşı.”

      Birlikte Sasha'yı yerden kaldırıyoruz ve ardından işimize yarayabilecek başka bir şey var mı diye şöyle bir evi kolaçan ediyorum. Hızla köle avcısının cesedinin yanına giderek pantolonunu çıkarıyorum. Tam o sırada cebinde bir şey olduğunu fark ediyorum. Büyük ve metal bir şey olduğunu hissedince mutlu bir şaşkınlık alıyor beni. Sustalı bir bıçak çıkıyor cebinden. Elime alır almaz ürperiyorum ve hemen kendi cebime atıveriyorum.

      Belki işe yarar şeyler bulurum diye odadan odaya koşarak evin kalanını da hızla gözden geçiriyorum. Birkaç eski çuval buluyorum ve hepsini alıyorum. Birini açıp içine Bree'nin en sevdiği The Giving Tree kitabını ve benim Lord of the Flies kopyamı koyuyorum. Dolaplardan birine giderek içindeki tüm mum ve kibritleri alıp, onları da çuvala atıyorum.

      Mutfaktan girip garajdan çıkıyorum. Köle avcıları evi bastığında tüm kapılar kapı olmaktan çıkmıştı zaten. Garajın arka tarafına bakmaya zamanları olmamıştır diye umut ediyorum. Çünkü orada alet kutusu vardı. Duvardaki bir girintiye iyice saklamıştım onu. Hemen arka tarafa koşup onun hala orada olduğunu görünce rahat bir nefes alıyorum. Ağır olduğu için tüm kutuyu taşımak zor. Bu yüzden, hemen içine dalarak işe yarar ne var diye göz atıyorum. Küçük bir çekiç, tornavida ve küçük bir kutu da çivi alıyorum. Bir de bataryası içinde olan bir fener buluyorum. Deneyince çalıştığını görüyorum. Küçük bir pense takımı ve bir de ingiliz anahtarı alarak kutuyu kapatıyorum ve gitmeye hazırlanıyorum.

      Tam çıkmak üzereyken, yukarıda, duvarın üstünde gözüme bir şey takılıyor. Bir kancaya asılı, düzgünce toplanmış büyük bir çelik halat… Bunu tamamen unutmuştum. Yıllar önce, babam bunu alıp, biz eğlenelim diye iki ağaç arasına bağlamıştı. Bir kereye mahsus bununla oynamıştık ama sonra bir daha oynamamıştık. Babam da alıp garaja asmıştı. Şimdi ona bakınca, değerli olabileceğini düşünüyorum. Alet tezgahına çıkıp uzanıyorum ve onu bir omuzuma, çuvalları diğer omuzuma atıp çıkıyorum.

      Hızla garajdan ayrılıp eve geri dönüyorum. Bree, Sasha'yı kucağına almış ona bakar bir vaziyette orada öylece  duruyor.

      “Hazırım.” diyor.

      Hızla ön kapıdan çıkıyoruz. Logan dönüp Sasha'yı görünce başını sallıyor.

      “Onu nereye götürüyorsunuz?” diye soruyor.

      “Nehre…” diyorum.

      Olmaz dercesine tekrar başını sallıyor.

      “Zaman daralıyor.” diyor. “Geri dönmemiz için son 15 dakikanız var. Yiyecekler nerede?”

      “Burada değil.” diyorum. “Daha yukarıda, benim bulduğum kulübeye çıkmamız gerek. 15 dakika içinde halledebiliriz.”

      Bree ile birlikte kamyonete doğru yürüyorum ve çelik halatla çuvalları kamyonetin arkasına atıyorum. Yiyecek taşımakta işe yarar diye boş  çuvalları da yanıma alıyorum.

      “O halat ne?” diye soruyor Logan arkamızdan gelerek. “Ona ihtiyacımız yok.”

      “Asla bilemezsin.” diyorum.

      Dönüp, hala gözlerini Sasha'dan ayırmayan Bree'nin omuzundan tutarak onu karşı dağa doğru çeviriyorum.

      “Hadi gidelim!” diyorum Logan'a.

      Gönülsüz bir edayla dönüp peşimizden dağa doğru tırmanıyor.

      Üçümüz de istikrarlı bir şekilde tırmanmaya devam ediyoruz. Rüzgar gittikçe şiddetini arttırıyor ve yukarı çıktıkça hava daha çok serinlemeye başlıyor. Endişe dolu gözlerle gökyüzüne bakıyorum. Düşündüğümden daha hızlı kararıyor hava. Logan'ın haklı olduğunu biliyorum. Gece çökmeden nehre geri dönmeliyiz. Ama burada güneşin batışını görünce endişem iyice artıyor. Yine de, o yiyecekleri kesin ele geçirmemiz gerektiği düşüncesindeyim.

      Üçümüz birlikte dağa doğru zorlu adımlarla ilerlemeye devam ediyoruz ve nihayet zirveye varmayı başarıyoruz. Sert bir rüzgar vuruyor yüzüme. Her geçen dakika hava daha çok kararmaya ve soğumaya başlıyor.

      Kulübeye doğru kendi adımlarımı takip ederek ilerliyorum. Kar, burada oldukça kalın. Sanki yürüdükçe botlarımı parçalıyor gibi hissediyorum. Nihayet kulübeyi görüyorum. Her zamanki gibi karla kaplı, iyice saklanmış bir halde duruyor. Hemen gidip o küçük kapısını merakla açıyorum. Logan ve Bree ise arkamda duruyorlar.

      “İyi buldun!” diyor Logan ve ilk kez ses tonunda bir övgü hissediyorum. “Çok iyi gizlenmiş. Sevdim. Öyle ki burada kalmayı bile isteyebilirim—tabii, peşimizde köle avcıları olmasaydı ve yeterince yiyeceğimiz olsaydı.”

      “Aynen…” diyorum, küçük kulübeye yavaştan girerek.

      “Çok güzel!” diyor Bree. “Bizim taşınmayı düşündüğümüz ev burası mıydı?”

      Ona dönüp baktığımda içim bir kötü oluyor ve başımla dediğini onaylıyorum.

      “Belki başka zaman…”

      Anlıyor. Köle avcılarını bekleme konusunda da hiç endişeli görünmüyor.

      Hızla içeri girip yerdeki ambarın kapağını açıyorum ve dik merdivenlerden aşağı iniyorum. Aşağısı çok karanlık; yolumu, tamamen hislerime güvenerek buluyorum. Dokundukca tıngırdama sesi çıkaran bir cam dizisine denk geliyorum. Kavanozlar… Hiç zaman harcamıyorum. Yanımda getirdiğim çuvallara mümkün olduğunca ve hızlı bir şekilde kavanozlardan koyuyorum. Çuvallar o kadar ağırlaşıyor ki, zorla dışarı çıkarabiliyorum. Ama o sırada aklıma ahududu reçeli, böğürtlen reçeli, turşular ve salatalıkların da orada olduğu geliyor. Çuvala sığdığı kadarıyla her şeyi alıp yukarıya, Logan'a veriyorum. Sonrasında da üç çuval daha dolduruyorum.

      Bir tarafta ne var ne yok öylece alıyorum.

      “Yeter…” diyor Logan. “Fazlasını taşıyamayız. Hava iyice kararıyor. Gitmemiz gerek.”

      Artık, Logan'ın sesinde daha çok saygı emaresi var. Belli ki bulduğum zuladan bir hayli etkilenmiş ve buraya gelmemizin ne denli gerekli olduğunu o da nihayet anlamış.

      Aşağı doğru eğilerek yardım için bana elini uzatıyor ama onun yardımına ihtiyaç duymadan kendi başıma hızla yukarı çıkıyorum. Az önceki davranışı için hala ona kırgınlık var içimde.

      Yukarı çıkar çıkmaz iki ağır çuvalı sırtlanıyorum. Kalanları da Logan alıyor. Üçümüz birlikte hızla kulübeden çıkıyoruz ve sarp yoldan aşağı kendi ayak izlerimizi takip ederek inmeye başlıyoruz. Dakikalar sonra, kamyoneti bıraktığımız yere varıyoruz. Her şeyin hala yerli yerinde olması içimi rahatlatıyor. Şöyle bir ufku kontrol ediyorum, dağda ya da vadide her hangi bir hareketlilik görünmüyor.

      Tekrardan kamyonete biniyoruz. Kontağı çeviriyorum.  Çalıştığı için mutluyum. Yoldan