Karşısında ona yaklaşmakta olan, kusursuz parlak plaka ve zincir zırhlar giymiş şövalye vardı; adamlar etrafını sarıp merakla ona baktılar. Gwen şövalyelerin nasıl o kocaman çölde, o geniş hiçliğin orta yerinde olduğunu, o muazzam yamacın tepesinde ve o güneşlerin altında olduklarını anlayamamıştı. Orada nasıl hayatta kalıyorlardı? Neyi koruyorlardı? Neden kraliyet zırhlarına benzer zırhları vardı? Tüm bunlar bir rüya mıydı diye düşünüyordu.
Çok eski muhteşem gelenekleri olan Halka’da bile bu adamlarınkiyle yarışamayacak zırhlar vardı. Hayatında gördüğü en süslü zırhlardı; gümüşten, platinden ve bilmediği bir metalin karışımından yapılmışlardı ve üstlerinde hem karmaşık işaretler vardı, hem de adamların silahları da bunlar kadar güzeldi. Bu adamların profesyonel asker oldukları belliydi. Ona küçüklüğünde babasıyla sahaya gittiği zamanları hatırlattı; babası ona askerleri gösterirdi, Gwen de onların görkemli bir biçimde sıraya dizilişini izlerdi. Karşısındaki gibi muhteşem bir güzelliğin nasıl var olduğunu, bunun nasıl mümkün olabileceğini düşündü. Belki de ölmüştü ve gördükleri onun cennete dair düşündükleriydi.
Ama sonra askerlerden birinin diğerlerinin önüne çıktığını, miğferini çıkarıp bilgelik ve merhamet dolu masmavi gözleriyle ona baktığını fark etti. Otuzlu yaşlarında gözüken adamın görünümü çok çarpıydı; başı tamamıyla dazlaktı ve açık sarı bir sakalı vardı. Diğerlerinden daha kıdemli olduğu belliydi.
Şövalye bakışlarını göçebelere çevirdi.
“Yaşıyorlar mı?” dedi.
Göçebelerden biri yanıt olarak uzun değneğini kaldırdı ve Gwendolyn’i hafifçe dürtükledi. Gwen hafifçe kıpırdandı. Doğrulabilmek, onlarla konuşmak ve kim olduklarını öğrenmek için can atıyordu… Ama fazlasıyla bitkindi ve boğazı yanıt veremeyecek kadar kuruydu.
“İnanılmaz,” dedi bir başka şövalye mahmuzlarını çınlata çınlata öne çıkarak. Diğerleri de onlara yaklaştılar ve etraflarını çevirdiler. Hepsinin büyük bir merak içinde olduğu aşikârdı.
“Mümkün değil,” dedi biri. “Büyük Hiçlik’ten nasıl kurtulmuş olabilirler?”
“Kurtulmuş olamazlar,” dedi bir başkası. “Bunlar çölde yaşayanlardan olmalı. Bir şekilde Yamacı aşıp çölde kaybolmuş ve geri dönmeye karar vermiş olmalılar.”
Gwendolyn yanıt vermek, olan biten her şeyi anlatmak istedi, ama sözcükleri söyleyemeyecek kadar yorgundu.
Kısa bir sessizlikten sonra liderleri öne çıktı.
“Hayır,” dedi kendinden emin bir biçimde. “Şu zırhlardaki işaretlere bakın,” dedi Kendrick’i ayağıyla dürterek. “Bunlar bize ait değil. İmparatorluk zırhları da değil.”
Tüm şövalyeler şok içinde onlara yaklaştılar.
“O halde, nereden geldiler?” dedi birisi şaşkınlıkla.
“Bizi nerede bulacaklarını nasıl bildiler?” dedi bir başkası.
Lider göçebelere döndü.
“Onları nerede buldunuz?” diye sordu.
Göçebelerden biri yanıt olarak cıyakladı ve Gwen liderlerinin gözlerinin fal taşı gibi açıldığını gördü.
“Kum duvarının diğer tarafında mı?” dedi şövalye. “Emin misiniz?”
Göçebeler yine cıyakladılar.
Komutan adamlarına döndü.
“Burada olduğumuzu bildiklerini sanmıyorum. Sanırım, şansları yaver gitti… Göçebeler onları buldu, bedelini almak istediler bizlerden olduklarını sanıp buraya getirdiler.”
Şövalyeler birbirlerine baktılar. Daha önce hiç o tür bir durumla karşılaşmadıkları belliydi.
“Onları buraya kabul edemeyiz,” dedi şövalyelerden biri. “Kuralları biliyorsunuz. Onları alırsak bir iz bırakmış oluruz. İz bırakmak yok. Asla. Onarlı Büyük Hiçliğe geri yollamamız gerek.”
Uzunca bir sessizlik oldu ve sadece rüzgârın uğultusu arasında devam etti. Gwen onların ne yapacaklarını düşündüklerini anladı, ama uzun sessizlik hoşuna gitmedi.
Onarla itiraz etmek, onları geriye yollayamayacaklarını söylemek, bunu yapamayacaklarını anlatmak için doğrulmaya çalıştı. Başlarından geçenlerden sonra geri dönemezlerdi.
“Onları geri yollarsak, kesin olarak ölürler,” dedi lider. “Şeref kurallarımız çaresiz kişilere yardım etmemizi söyler.”
“Ama onarlı buraya alırsak, hepimiz ölebiliriz,” dedi bir başka şövalye. “İmparatorluk izimizi bulabilir. Gizlendiğimiz yeri öğrenebilirler. Tüm halkımızı tehlikeye atarız. Birkaç yabancının mı ölmesi iyi, tüm halkımızın mı?”
Gwen liderlerinin sıkıntıyla zorlu bir karar vermeye çalıştığını fark etti. Bu tür zorlu kararlar vermenin ne demek olduğunu biliyordu. Kendisiyse başkalarının merhametine sığınmaktan başka bir şey yapamayacak kadar bitkin durumdaydı.
“Olabilir,” dedi liderleri en sonunda durumu kabullenmiş gibi. “Ama masum insanların ölmesine izin veremem. Onları buraya alacağız.”
Adamlarına döndü.
“Onları diğer tarafa indirin,” dedi otoriter bir sesle. “Onları Kralımızı götüreceğiz ve ne yapılacağına kendisi karar verecek.”
Adamları emrine uydu ve derhal harekete geçtiler; platformu diğer tarafta indirmeye hazırlanırlarken, adamlardan birisi tereddütle liderlerine baktı.
“Kral’ın kanunlarına karşı geliyorsun,” dedi. “Yamaca yabancılar alınmaz. Asla.”
Liderleri kararlılıkla ona baktı.
“Hiçbir yabancı bugüne dek kapılarımıza varmayı başaramadı.”
“Kral seni bu yüzden tutsak edebilir,” dedi şövalye.
Ama komutan vazgeçmedi.
“Bu, göze aldığım bir risk.”
“Yabancılar için mi? Beş para etmez çöl göçebeleri için mi?” dedi şövalye şaşkınlıkla. “Bu insanların kim olduğunu bile bilmiyoruz.”
“Tüm hayatlar değerlidir. Dahası, şerefim hapiste geçireceğin bir ömre bedel.”
Liderleri onları beklemekte olan adamlarına başıyla bir işaret verdi ve Gwen kendisini bir anda bir şövalyenin kollarında buldu. Adamın metal zırhının sırtına battığını hissetti. Dağ yamacının tepsinde geniş ve düz taş bir zeminde yürüdüklerini gördü. Açıklık alan yüz metre genişliğinde olabilirdi. Epeyi yürüdüler ve Gwen kendisini şövalyenin kollarında çok uzun süredir olmadığı kadar rahat hissetti. O anda, içinden ona teşekkür etmek geçiyordu, ama ağzını bile açamayacak kadar yorgundu.
Siperlerin diğer tarafına vardılar ve şövalyeler onları yeni bir platforma koyup yamacın diğer tarafına indirmeye hazırlanırken, Gwen ileriye bakıp nereye gideceklerini gördü. Asla ama asla unutmayacağı, nefes kesecek kadar etkileyici bir manzaraydı. Çölden bir sfenks gibi, kocaman bir daire biçiminde yükseliyordu. Öylesine genişti ki, bulutların arasında gözden kayboluyordu. Bunun koruyucu bir duvar olduğunu fark etti. Yamacın diğer tarafında ve aşağıda bir okyanus kadar büyük, çöl güneşlerinin altıdan parıldayan