“Leydim…” diyecek oldu Akorth, sonra Godfrey’i görünce ona baktı.
“Seni hergele!” diye bağırdı Akorth neşeyle Godfrey’e. “Biliyordum! Hayatta her şeyden sıyrıldın… Ölümden de sıyrılacağını biliyordum!”
“Hiçbir içkinin seni mezara götürmeyeceğini biliyordum!” dedi Fulton.
Akorth ve Fulton yanına koştular; Godfrey yataktan fırladı ve üç arkadaş birbirlerine sarıldılar.
Sonra, Akorth ciddi bir ifadeyle Gwen’e döndü.
“Leydim, Sizi rahatsız ettiğim için özrü dilerim, ama ufukta bir birlik gördük. Şu anda buraya doğru geliyorlar”.
Gwen telaşla ona baktı, sonra diğerleri peşinde dışarı koştu ve başını eğip gözlerini kısarak güçlü günışığına baktı.
Grup dışarı durdu ve Gwen ufka bakıp ufak bir Gümüş birliğinin kulübeye Doğru gelişini izledi. Yarım düzine kadar adam son sürat atlarıyla ilerliyordu ve onlara varabilmek için hızla geldikleri belliydi.
Godfrey kılıcını çekmek için elini aşağı götürdü, ama Gwen ona sakinleştirmek istermiş gibi bileğini tutu.
“Bunlar Gareth’ın adamları değil, Kendrick’in adamları. Barış içinde geldiklerine eminim”.
Askerler onlara bardılar ve hiç beklemeden atlarından inip Gwendolyn’in önünde diz çöktüler.
“Leydim,” dedi birliğe öncülük eden asker. “Size harika haberler getirdik. McCloudları püskürttük! Kardeşiniz Kendrick güvende ve size bir mesaj iletmemiz istedi. Thor gayet iyi”.
Gwen bu haberi duyunca, büyük bir minnetle ve rahatlama hissiyle gözyaşlarına boğulup öne çıktı; Godfrey’e sarıldı, o da ona aynı şekilde karşılık verdi. Hayatı içine geri dönmüş gibi hissetti.
“Hepsi bugün dönecekler,” dedi haberci. “Kraliyet Sarayı’nda büyük bir kutlama düzenlenecek!”
“Gerçekten de harika bir haber!” diye bağırdı Gwen.
“Leydim,” dedi kalın sesli bir başkası. Gwen kimin konuştuğuna bakınca, aslıdan bir lord olan, batıya özgü parlak kırmızı giysili, genliğinden beri tanıdığı tanınmış savaşçılardan Sorg’u gördü. Bu savaşçı babasına yakın birisiydi. Sorg onun önünde diz çökünce, Gwen utandı.
“Lütfen, efendim,” dedi. “Önümde diz çökmeyin”.
Sorg tanımmış bir adamdı, emir altında binlerce askeri olan güçlü bir lorddu ve Silesia isimli, Batı’nın muhafazalı, sıra dışı, Kanyon’un kenarındaki bir yamaca inşa edilmiş olan kendi şehrini yönetiyordu. Şehir neredeyse aşılması mümkün olmayan bir yerdi. Babasının güvendiği birkaç kişiden biriydi.
“Buraya bu adamlarla birlikte geldim, çünkü Kraliyet Sarayı’nda büyük değişimlerin meydana geldiğini duydum,” dedi imalı bir ifadeyle. “Taht güvende değil. Yeni, ama kararlı, gerçek bir hükümdarın tahta çıkması gerek. Babanızın sizin tahta geçmenizi istediğini düoydum. O, benim için bir kardeş gibiydi ve sözü benim için bir görev demektir. İsteği buysa, benim isteğimdir. Size şunu söylemek için geldim: Tahta geçerseniz, adamlarım size bağlılık yemini edecek. Size derhal harekete geçmenizi öneririm. Bugünü olaylar Kraliyet Sarayı’nın yeni bir hükümdara ihtiyacı olduğunu gösterdi”.
Gwen şaşkınlıkla kalakalmış, ne diyeceğini bile bilemiyordu. Çok büyük bir şeref ve gurur duymuştu, ama bir yandan da ne diyeceğini bilemeyeceği kadar şaşırmıştı.
“Teşekkür ederim, efendim,” dedi. “Sözlerinize ve teklifinize minnettarım. Bunu dikkatle düşüneceğim. Şimdilik, sadece ağabeyimi… ve Thor’u karşılamak istiyorum”.
Sorg başını salladı ve ufukta bir borazan öttü. Gwen başını kaldırdı ve bir toz bulutunu oluştuğunu gördü: Büyük bir ordu geliyordu. Güneşten korumak için elini gözlerine siper etti ve yüreği kabardı. Oradan bile kimin geldiğini hissedebiliyordu. Kralın adamları, yani Gümüş askerleri geliyordu.
En başta da atının üstünde ilerleyen Thor vardı.
ON BİRİNCİ BÖLÜM
Thor orduyla, tek bir beden gibi Kraliyet Sarayı’na geri dönen binlerce askerle birlikte ilerliyordu ve büyük bir zafer kazandığını hissediyordu. Yine de, neler olup bittiğini hala idrak edememişti. Yaptığı şeylerden, savaşta her şey çok kötü giderken korkuya teslim olmayışından, orada kalıp o savaşçılarla yüzleşmesinden gurur duyuyordu. Hayatta kaldığı içinse çok şaşkındı.
Savaşın tamamı bir rüya gibiydi ve güçlerini kullanabildiği için büyük bir minnet hissediyordu; ama bir yandan da şaşkındı, çünkü güçleri her zaman işe yaramıyordu. Bunların ne olduğunu, daha da kötüsü nereden geldiğini, ya da nasıl kullanacağını bilemiyordu. Artık insanı becerilerine güvenmeyi öğrenmesi gerektiğini de daha iyi anlıyordu… Ya da olabileceği en iyi dövüşçü ve en iyi savaşçı olması gerektiğini. En iyi savaşçı olabilmek için de her iki yanına da ihtiyaç duyduğunu anlamaya başlamıştı: Hem savaşçı, hem de büyücü olmalıydı. Olduğu şeye büyücü denebilirse tabii.
Bütün gece Kraliyet Sarayı'na varabilmek için yol almışlardı ve Thor yorgunluktan bitkin haldeydi, ama bir yandan da coşkuluydu. İlk güneş ufukta yükseliyordu ve karşısında engin gökyüzünün her yeri sarılı pembeli tonlara bürünmüştü. Thor dünyayı ilk kez görüyormuş gibi hissetti. Hayatında hiç o kadar canlı hissetmemişti. Etrafı arkadaşlarıyla, Reece, O’Connor, Elden ve ikizlerle, Kendrick, Kolk ve Brom’la ve Lejyon’un, Gümüş’ün ve kralın ordusunun üyeleriyle sarılıydı. Ama bu adamların kenarından ilerlemek yerine, artık ortalarındaydı ve onlar etrafını sarmışlardı. Gerçekten de, herkes savaştan beri ona farklı bir gözle bakıyordu. Artık sadece arkadaşları olan Lejyon üyelerinin değil, gerçek, yetişkin savaşçılarından bakışlarında da hayranlık ifadesi görüyordu. McCloud ordusunun tamamıyla karşı tek başına direnmişti ve savaşın gidişatını değiştirmişti.
Thor Lejyon’daki kardeşlerinin hiçbirini yüz üstü bırakmadığı için son derece mutluydu. Arkadaşlarının birçoğunun yaralanmadan kurtulduğuna seviniyor, savaşta ölenler içinse vicdan azabı hissediyordu. Onları tanımıyordu, ama keşke onları da kurtarabilmiş olsaydı diye düşünüyordu. Kanlı, vahşi bir savaş olmuştu ve Thor atıyla ilerlerken bile ne zaman gözlerini kırpsa zihninde savaş anları, çeşitli silahlar ve ona saldıran savaşçılar canlanıyordu. McCloudlar vahşi insanlardı ve şansı yaver gitmişti. Tekrar karşılaşacak olurlarsa, öyle olup olmayacağını kimse bilemezdi. O güçleri yeniden kullanıp kullanamayacağını da öyle. Bu güçlerin geri gelip gelmeyeceğini bilmiyordu. Yanıtlara ihtiyacı vardı. Annesini bulmalıydı. Gerçekten kim olduğunu öğrenmeliydi. Argon’u bulmalıydı.
Krohn ardında kişnedi ve Thor geriye uzanıp saçlarını okşayınca Krohn avucunu yaladı. Thor ona bir şey olmadığı için rahatlamıştı. Onu savaş alanına götürmüş, atının arkasına asmıştı. Krohn yürüyebiliyor gibiydi, ama Thor onu o uzun yolculuktan sonra dinlenmesini ve iyileşmesini istiyordu. Krohn’un aldığı darbeler kötüydü ve Thor onun bir kaburgasını kırmış olabileceğini düşünüyordu. Thor defalarca hayatını kurtarmış, ona bir hayvandan ziyade bir kardeş gibi gelen Krohn’a ne kadar minnettar olduğunu gösteremediğini düşünüyordu.
Bir tepeye çıkıp da uçsuz bucaksız krallığı gördüklerinde, düzinelerce kulesi ve çan kulesi, eski taş duvarları ve devasa açılır kapanır köprüsü, kemerli kapıları